Büyüyünce küçük bir çocuk olmak istiyorum, dedi. Çocukluğunda hayret makamından izlediği ve heyecanla aklının takılıp gittiği küçücük hadiseleri hatırladı. Küçük mü? Belki de en büyük şeylerdi küçük şeyler.

Ne mühim şeylerdi. Bakkala ekmek almaya gitmek bile başlı başına bir serüvendi. Bu kutsal görev evin en küçüğüne verilirdi. Basılması gereken taşlar basılmaması gereken taşlar zıplaya hoplaya bakkala koşmak. Eve en güzel ekmeği seçmek, daha o yaşta eve ekmek götürmenin saadetini tatmak. Hayatın güzellikleri ve incelikleri hala küçük şeylerde miydi?

Küçük mü? Belki de en büyük şeylerdi küçük şeyler.

Oysa herkes ona büyük adam olacaksın diyordu. Büyüsün büyük adam olacak, büyük de yetmez çok büyük. Büyük adam olmak ne demekti kimse söylemiyordu. Ders çalış dediler, çalıştı ödevlerini yaptı pekiyi aldı. İyi değil pek iyi. Galiba bu pek baya demekti. Mavi önlük beyaz yakasıyla süper kahraman olmayı hayal etti, olamadı. Sonra mavi önlük devri bitince gömlek, kravat, süveter, ceket devri başladı -düzen yakasını biraz daha sıkmaya başlamıştı- ve dörtler beşler çıktı.

Çok önemsedi ilk başta bu beşi ama dört de fena sayılmazdı. En azından bir değildi diye yorumlanabilirdi. O yıllarda da astronot olmayı hayal etti, olamadı. Sonra haylaz üst sınıf öğrencilerinden birlerin dört yapıldığı formülünü öğrendi. Bu tarz bilgiler gelecek kuşaklara üst sınıflardan bir sancağın devir daimi gibi geçerdi. Tabi ilgisiz anne babaların fark etmeyeceği ucuz bir numaraydı. Ama her şey gibi bu da bir şey öğretirdi.

Hayatta büyüyünce çoğumuzun kullandığı en pratik bilgiydi. Emek harcamadan emek harcayanların kazancını torp.. pardon referanslarla elde etmek. Bu kadim kanunu reddedenler hayatta başarısız olmaya mahkumdular.

Kravatının ruhunu iyice bunalttığı yaşlara adımlarını attı, ilk isyanlarının muhteşem şahlanışı yıllara, liseye. Ne çocuk ne yetişkindi artık. Fazla harçlık istediğinde babasının gözünde koca adam, bağımsızlığını ilan etmek istediğinde dünkü çocuk. İlk belki de tek aşkın yetişkinlikten önceki son masum çocuksu sarhoşluğu tattırdığı yıllar. Siyasetin gergin atmosferini ilk kez soluduğumuz yıllar. Sağ, sol, ilerici, gerici, yobaz, çağdaş. Ne demekti bu kelimeler! Şimdi onlar da yok artık, bir namuslular var bir de namussuzlar.

Bu yıllarda da öğretmen olmak istedi, olamadı. Üniversite yılları hemen geldi ardından. Şimdi büyümüştü ve küçük bir çocuk olmak istiyordu. Zaten tüm vaatlere rağmen büyük adam olmuşluğu da yoktu. Üniversiteyi bitiremedi, kronolojik bir reçeteyle sunulan hiçbir toplumsal ödevi yerine getiremedi, niyet ettiklerini de sıkıldı, yarım bıraktı. Yolun yarısında yaptığı işin anlamsızlığı çöktü omuzlarına, yapsam ne elde edecektim dedi. Yaptı etti diyecekler, sonra ruhumun bunaldığını bilmeyecekler. Desinler diye hiçbir şey yapmak istemedi. Ruhunun derinlerinde başka anlamlar yatıyordu hayata dair, özünden, çocukluğundan, saflığından gelen bir anlamdı bu.

Hala çocukluğunda kendine sorduğu soruların cevaplarını arıyordu.

Bu arayış bir manadan çok çevresinde olup bitenlerin manasızlığını daha çok anlatıyordu. Çocuk kalabildikçe devam edecek arayış, yaklaştıkça uzaklaşan peşinde koştukça anlamlaşan o kutsal arayış.

Aramanın kendisinin değerli olduğu arayış.