YAZI: RIZA CAN AŞIK

Sadece sen miydin tutunamayan Oğuz Atay?

Seninle içine sığmakta güçlük çektiğim okul sıralarında tanışmıştık, matematik formülleriyle, muhtelif derslere ait küçük kopya notlarıyla, âşıkların aşklarının adını yazdıkları temizlik düşkünü hocalarımızın utanç verici bulduğu metruk ahşap sıralarda… Tabii arkadaşlarım gibi bende ilk okumamda yenik düştüm tuğla gibi kitabının sayfalarına.

Okumanın okulda bile marjinal kaldığı bir toplumda, yedi yüz küsür sayfalık kitabın altına girmek halter şampiyonlarına yakışırdı ve “oku büyük adam ol” öğütleri böyle bir okumak değildi! -Yine de seni okumak, kitabını koltuk altında dolaştırmak çok havalıydı-

Bir yetişkinin son derece sıradan bulacağı, fakat ödev bilinci yeni yeni oluşmaya başlayan bir çocuğun dünyası için muteber olan derslerini yap başka zaman okursun (!) uyarılarına rağmen seni okumaya başladım. Zira böyle bir macera derslerimi aksatabilir çözeceğim test kitaplarını ihmal etmeme sebep olabilirdi. Bu benim için bir müfredata ve sisteme çocuk yaşta baş kaldırmam, itiraz kültürüne sığınmam anlamına gelmekteydi. Oysa önümde tek büyük bir hedef vardı ve bu hedefi ben koymamıştım. Bu ise üniversiteyi kazanmaktı!

Üniversiteyi kazansam ne olur?

- ‘hiç’

Kazanmasam ne olur?

-yine ‘hiç’.

Hiç olmazsa adam oldun derler, yakamı rahat bırakırlardı.

Üniversiteyi hangi düşünceyle kazanacaktım bilmiyordum. Ben yine de kapağını açtım tam tamına iki yüz elli sayfanı yarım yamalak bilmediğim kelimelerin eşliğinde okudum ve pes ettim, kondisyonum yetmedi. Yarışı yarısında bıraktım.

Tutunamayanlara ilk tutunma teşebbüsüm başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Türkiye’de 100 kişiden 38’i ruh sağlığı sorunu yaşıyor Türkiye’de 100 kişiden 38’i ruh sağlığı sorunu yaşıyor

Ezilmiştim ancak bu mağlubiyet bana hayatımın en büyük galibiyetini getirdi. Kitaplara olan iştahım kabarmış; okumak nedensiz bir şekilde anlamlı gelmeye başlamıştı. Artık okul bitimi zil çalar çalmaz -cuma günleri istiklal marşı biter bitmez- çantamı kaptığım gibi yolum kitapçılara düşmekteydi. Koca şehrin birkaç kitapçısı eski bir iş hanının bodrum katına sığınmıştı. Legal ama halkın kerih gördüğü bazı işler gibi kitapçılar da göz önünde olmazdı, olamazdı. Bilardo salonları, atari salonları ve tütüncüler hep böyle hizbe yerlere saklanırdı. Kitapçılar neden buralardaydı, dar ve dargın havsalam pek almazdı.

Yazar bilmem yayınevi bilmem, cehaletimin parmak uçlarıma kadar sindiği bütün korkumla titreye titreye kitapçı dükkânına girdiğim ilk günü dün gibi hatırlıyorum. -Neyse ki asık yüzlü bir sahafa denk gelmemişim belki o gün biterdi bu aşk- Kapıdan girince hemen sağda kitapların ardında kalmış masasında elindekilerle meşgul sahaf efendi beni ilk kez görmenin şaşkınlığıyla hafifçe selamıma karşılık verdi. -Belki de lise kravatlı bir genci nadiren görmenin şaşkınlığıydı bakışlarındaki- Böyle yerlerin müşterilerinin simaları unutulmayacağından ilk kez geldiğimi anladığı bakışlarından belliydi.

Sesim ise heyecanımdan istediğim tonda tam çıkmamıştı: Kitaplara bakabilir miyim? Nazikçe olurunu aldım ve bir nebze rahatlayıp başka bir âlemde ilk adımlarımı atmaya başladım. Yasak elmayı yiyen Âdem peygamberin dünyaya kovuluşu gibi yabancı ve muamma bir âlemin içerisindeydim. Gerçekten okumanında toplum için yasak bir elma yemek olduğunu sonradan anladım.

Birbirinden farklı raflar, yabancısıysanız size dağınık gibi gelen eski yeni muhtelif konularda kitapların misafir oldukları birçok satanlar bölümünden belliydi. Demek çok satmayanlar da varmış, bunlar dükkânın uzun yıllar misafiri oluyorlardı.

Tutunamayanlar gibi satmayanlar, okunmayanlar bunun örneklerinden biriydi. Bir de dikkatimi dükkânın solunda rafların üzerinde yaklaşık bir düzine yaşlı insanın çerçeveletilmiş fotoğrafı çekmişti. Bu kişiler en çok kitap satın alan müşterilermiş. Kendimi hemen onların arasında hayal ettim. Ben onlardan olmalıydım, ne güzel kariyer hayali! Hem tutunamayan hem atanamayan olacaktım.

Bu kitapçı ziyaretlerimi Selim’e özenip aldığım kitaplar izledi. Aldığım kitapların çoğu hiç okunmadan bir yığın zahmetle oluşturduğum raflarımda durdu. Buhranlı zamanlarımda, anlamsızlığımın bedenimi sardığı vakitlerde birden hepsini okuyup bitirme ateşi içimde yanardı. Böyle hırsla elime aldığım kitapların beş on sayfasını okuduktan sonra içim bir balon gibi söner, hepsini yüzüstü bırakırdım; ama onlar beni hiç yüzüstü bırakmazdı ve onlara geri dönmemi limanların gemileri beklemesi gibi beklerdiler. Ben vefasız bir koca gibi ara sıra onları mıncıklar, sokağın şehvetine kendimi kaptırdığımda yüzlerini unuturdum. Bu gelgitler bir süre devam etti.

Sokak ve insanlar kötüydü sonunda yalnız kitaplara sığındım. Onların şefkatli sayfalarına tamamen teslim oldum. Yalnız kalmayı öğrendim. Yalnız kalmayı bilince, yerlerde sürünmemeye başladım. İnsanlığın en yüce ve seçkin kişileriyle bir arada sohbet eder, bilinmez dünyaların birinden diğerine seyahat ederdim. Okumak ve düşünmek bir dünya yaratmaktı her şeyden önce. İç dünyamı küçük tuğlalarla inşa etmeye başlamıştım, her kitap özenle sıvanmış hizayla dizilmiş tuğlalarımdı. Düşünmek ise bu tuğlaların harcı olmuştu. Hiç okumazken ne çok bildiğimi öğretti kitaplar bana. Sessizdiler ama kafamda çok büyük gürültüler çıkardılar.

Selim, Turgut, Günseli, Metin, Süleyman ve sen Oğuz Atay. Dokuzuncu kez kitabını okurken dile döküyorum bu satırları. Yaşarken unutulduğunu söylemiştin, seni hatırlayan binlerce okurundan birisiyim sadece.

Kitapların, kütüphanemin hala en güzel yerinde duruyor.

Birlikte tutunamayalım.

Editör: Haber Merkezi