İNCELEME: Arş. Gör. Dr. EMRE ELMAS, Doktorant FATİH BELGİ
Biz hiç modern olduk mu ya da modern olmak zorunda mıydık?
Bu sorulara birkaç sayfada yanıt vermek ya da bunları hakkıyla tartışmak pek kolay görünmüyor, ancak bu tartışmayı tüm zorluklarına rağmen sürdürmekte kararlıyız.
Sosyal bilimlerin tarihine baktığımızda hem sosyal bilimlerin ortaya çıkış koşulu hem de bir bilim türü olarak sosyal bilimlerin devam etmesinin koşulu bu modern olma gerekliliğinde saklıdır. Nihayetinde sosyal bilimlerin ortaya çıkış noktası modern dönemdeki gelişmelerdir. Sosyal bilimler modern olmanın getirdiği bir şey olmasının yanında yukarıda sorduğumuz soruları cevaplamak adına da bizlere yardımcı olur, lakin biz burada doğrudan modernlik nedir ne değildir gibi bir tartışmaya girmeyeceğiz. Yukarıda sorduğumuz sorulara farklı örneklerle yanıt vermeye çalışacağız.
Batı tarihinde modern olma meselesindeki süreç şu şekilde ifade edilebilir: Tanrı’dan monarka (hükümdar) monarktan ise bireye giden Batılı “mucizevi” perspektif. İlk aşamada dünya düzenini tayin eden güç Tanrı olarak düşünülmüş. Daha sonraki süreçlerde Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan monark bu gücü elinde tutmuş ve modern dönemle birlikte eşitlik, hak ilkeleri etrafında gelişen burjuva devrimi birey mefhumunu ön plana çıkarmış. Esasında bunlar (birey, eşitlik vb.) tarihsel yükü olan ve bir dünya görüşünü (weltanschauung) yansıtan kavramlardır. Bu “mucizevi” görüş dünyayı yeryüzü cenneti olarak tahayyül etmiş, modern olmakla yeryüzünü cennete dönüştürmek bir arada düşünülmüştür fakat bu tümüyle başarılı bir proje olmamakla birlikte kısmi başarıları olduğu da ileri sürülebilir.
Peki, modern olmanın tüm zamanlarda ve mekanlarda eşit düzeyde etkileri olmuştur diyebilir miyiz?
Bebeklerin, devletin kasasını boşaltmak adına ölüme bırakıldığı, kız çocukların ikiye bölünüp başının annesinin önüne atıldığı ve bir köyün organize şekilde tüm kötülükleri ile küçücük bir kızı yok ettiği ve faillerinin hala açığa çıkartılmadığı bir toplumda ve çağda nasıl modern olabiliriz? Yani tüm bu yaşananların sınırında, tüm bunlarla birlikte nasıl aynı çağda olabiliriz?
Latince modus kelimesinden gelen modern aslında “ölçü” demektir. Kelime zaman içerisinde modernus’a evrilmiş ve “şimdi” anlamına kavuşmuştur. Dolayısıyla modernus kelimesi “an-şu an” şeklinde ifade edilir. O halde şu an aynı zaman dilimi içerisinde yaşamamıza rağmen her birimizin modern olması ve aynı zeminde buluşması olanaklı mıdır?
Her birimizin tüm bunları yapanlarla aynı zamanda ve anda yaşaması yani modern olması olanaklı mıdır? Aynı zaman diliminde yaşamakla modern olmayı eş değer göremeyiz. Zira yukarıda yer verdiğimiz elem verici örnekler herkesin aynı çağda yaşamasına rağmen aynı zeminde buluşmadığının birer delilidir. Kuşkusuz bunların modern olmakla toplumsal gelişmişlik düzeyiyle hukuktan siyaset erkine kadar kurumsallaşma ile dolayısıyla tarihin meşum yüküyle bir bağlantısı olduğunu ileri sürebiliriz. Tanrı’dan monarka monarktan bireye geçen bu tarihsel yük, kuşkusuz tarihsel bir bakış açısını da kazanmayı zorunlu kılmaktadır.
Karl Marx, insanların tarihin öznesi olduklarını ve tarihin verili olmadığını ileri sürdü ama insanların ancak belirli koşullar altında ve sınıfsal konumları çerçevesinde tarih yaptıklarını ekledi. O zaman şimdi de yaşamak ve modern olmak biraz da şimdiki koşulları gözden geçirmekten ve bireyselliğimizi kurmaktan geçmektedir. Yalnız hemen ironik bir durum peyda olmaktadır. Bir yandan birey olma arzusunu vaaz eden söylem diğer yandan bu arzuyu bireyin elinden alan koşulların söylemi bu yazıda üst üste binmektedir.
Birey koşulların sağladığı ölçüde bireydir. O halde Batı bireycilik fikriyle beraber çağdaş olduysa biraz da tarihin akışı bu yönde seyrettiği için modern oldu. Bu noktada burjuva ve endüstri devriminin tarihine bakılabilir. Dolayısıyla birey dışı faktörlerin de etkisiyle bunlardoğdu. Yurttaşlık, eşitlik, birey gibi kavramların arka planında Batı’da cereyan eden tarihsel gelişmeler vardır. Dolayısıyla Batılı insan bu gelişmelerin sonucunda çağdaş olmuştur. Modern olmak an’ı an içinde deneyimlemek ya da bir zaman dilimi içinde salınmak değil; sürüden, kitleden ve tebaadan bireye açılan o tarihsel yükü taşıma becerisini kazanmaktır. Bu bir tür zihinsel kırılma vezihinsel dönüşüm ile mümkündür. Birey olma, modern olma durumu hem süreklilikleriyle hem de kopuşlarıyla muazzam bir tarihselliği oluşturmaktadır.
Peki, bu tarihsel süreçte bizim toplumumuz nereye düşmektedir ya da bizim toplumumuz bu tarihsel sürecin hangi aşamasındadır? Tanrı’dan monarka monarktan bireye giden tarihsel süreçtebirey olma dolayısıyla modern olma vasfını gerçekten kazandık mı? İlginç bir anekdot olması adına Albert Dumont’un Osmanlı topraklarını ziyaret ettiği 1870’li yıllardaki deneyimleri oldukça ilgi çekicidir. Seyyah Dumont’un, Osmanlı ulema sınıfından biriyle yaşadığı diyaloğu şu şekildedir:
… Bir gezi esnasında büyük bir ağacın gölgesi altında bana şeriatı açıklayan bu adamlardan birinin yanında oturuyordum. Bu adamlar bana her şeyin kaybedildiğini çok iyi görüyorum dedi. Siz öteki kafirler bizde özgür bir şekilde gezip dolaşıyorsunuz ve Sultan’da sizin ülkenizde bunu yapacak. (*)
Dumont, Osmanlı ülkesine bir birey olarak gelmiş ve ulemanın yakınmasına sebep olan bu deneyimlerini birey olarak, yani Albert Dumont kimliğiyle gerçekleştirmiştir. Ancak ulemanın seyahat nedeniyle duyduğu rahatsızlığı gidermesinin koşulu açıktır: Bu seyahate benzer bir eylemin Sultan tarafından ötekinin ülkesine yapıldığında ulema rahat edecek ve sorun ortadan kalkacaktır. Dolayısıyla bir sorun hemen ortaya çıkmaktadır. Ulema, Albert Dumont gibi ötekinin ülkesine gitme niyetinde değildir. Dolayısıyla Dumont’un ulemada hissettirdiği yük Sultan’ın şahsıyla giderilmeye çalışılır. Bu durum modern olmanın nasıl bir şey olduğunu da ortaya koyar. Aslında bu müzakere 1870’lerin ortasında kronolojik anlamda tek bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşmektedir. Yalnız Albert Dumon ile ulema kronolojik olarak aynı zamanda yaşalarsa da anlam dünyaları itibariyle aynı zamanda değillerdir.
Dumont’un bireyselliğinin göstergesi olan özgürce ve birey olarak ötekinin ülkesinde gezme becerisini sergilediği şimdi ile bireyselliği elinin tersiyle iten ve bir tür sürüye (tebaa olmak) ait olmanın göstergesi olan ulemanın Sultan’ın seyahatini arzulayan şimdisi karşı karşıya gelmektedir. Yani iki farklı şahıs aynı zaman diliminde yaşar, ancak fikirsel olarak aynı zeminde oldukları söylenemez.
Bir tür zamansal kayma tam da bu şimdide peyda olmaktadır. İkisi de aynı zaman diliminde yaşasa da bir tür zamansal kaymanın olduğu, bununda zihinsel bir farka işaret ettiği dolayısıyla tüm bunların modern olma ya da olmama meselesini açığa çıkardığı söylenebilir. Sultan’ın kendisini ve onun eylemlerini merkeze alan ve Sultan’ın varlığını kendi varlığının yerine ikame eden bir zihniyetin ne tarihsel yükü ne de modern olma becerisi mümkündür.
Modern olmak, bir eşitlik ilkesi altında yaşamak, özerk bir insan olmak ve belirli nesnel koşulları bir toplumsal sözleşme çerçevesinde kabul etmekten geçer. Sultan’ın şahsında eriyen, onu kendini ifade etme aracına dönüştüren, kendi arzularını Sultanın arzularına yansıtıp bu sultani arzularını tatmin etmek modernin kaldıramayacağı bir şeydir. Dumont’un bireyselliğine ulema özerk bir birey olarak cevap verememiştir. Bir tür sürünün, kitlenin ya da tebaanınişaret ettiği toplumsallık içerisinden konuşan ulema bu konuşmasında bunu değiştirme ve modern bir topluma dönüşme iradesine yönelik herhangi bir emare taşımamaktadır.
Peki bugün bu ulemanın söylediklerinin çok uzağında mıyız?
Kuşkusuz Osmanlı’dan Cumhuriyet’e modernleşme hamleleri, Cumhuriyet’in kazanımları ve tüm bunların ifade ettiği birikim ulemanın sözlerini sarf ettiği günlerde olmadığımıza işaret edebilir.
Yalnız kendi yoksulluğunu ve yoksunluğunu başkasının gösteriş ve şatafatı ile tatmin eden, yaşadığı felaketlerden dersler çıkarmayıp geleneksel kimlikler altında celladına âşık, dizilerde sunulan zenginlik, sosyal medyada saçılan varsıllık imgeleri ile kendinden geçen bir toplumun tam anlamıyla modern olduğu daha doğrusu toplum olduğu dahi söylenemez.
Söz konusu bu insanların kendisini Sultan’ın gölgesinde ifade eden ulemadan fikirsel anlamda pek farkı olduğu ileri sürülemez. Bu yaşadıklarımızı sosyolojik açıdan ifade edersek cemaatten topluma tam anlamıyla geçemeyişimizin bir getirisi olduğu dolayısıyla tamamen özerk ve kendiliğinin farkında olan bireylere dönüşemediğimiz nedeniyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Toplumsal sözleşmeyi korumakla mükellef olanların tam da bu sözleşmeyi askıya aldıkları bir çerçevede yaşadığımız olumsuzlukların gerçekleşmemesi zaten şaşırtıcı olurdu.