Tarihin birçok döneminde üst kuşaklar, alt kuşakların; yozlaştığı, özünden uzaklaştığı ve bir tür çöküş yaşadığını ileri sürmüştür. Bu durumu çeşitli şekillerde yorumlamak mümkün. Ancak bu yazıyla; alt kuşakları değil, kendi kuşaklarımız dâhil birçok insan kümesini sosyal medya üzerinden eleştirel bir şekilde ele almayı hedefledim. Kendimi de…
Gerek yaşadığı toplum, gerekse de son dönemde artan sosyal medya çılgınlığı, insanı kadim değerlerinden uzaklaştıran en temel unsurlar oldu. Ancak insanoğlu, geçmiş yıllarda da çok farklı alanlarda yozlaşma örnekleri sergiledi.
Yozlaşmanın kökleri eskiye dayanır. Bu kökler, bir ülkenin sosyal ve kültürel geçmişi ile siyasi ve iktisadi gelişim sürecinde yatar. Ekonomik durum, eğitim politikası, sosyal ve kültürel gelişmişlik… Tüm bunlar birbiriyle o kadar ilintilidir ki herhangi birinin eksikliğinde ‘yozlaşma’ denen o illet ortaya çıkar.
TV’lerdeki çöküşün temsili olan programlarla; ahlak algısı yerle bir edilen, geçim ve ekonomik kaygısı olan, çevresinde ‘iyi olmanın’ kaybeden olmakla eş değer olduğu algısının yaygınlaştığı insan; değerler sıralamasına ahlakı, dürüstlüğü, samimiyeti, saygı sevgi ve muhabbeti değil, kurnazlığı, ahlaksızlığı, üçkağıtçılığı koymaya başladı. Özünden koptu.
Her alanda yaşanan bu yozlaşma sosyal medyayla birlikte başka bir boyut kazandı ve olabildiğince şiddetlendi.
PEMBE DÜNYA GEZEGENİ
İnsan, sosyal bir varlıktır. Samimiyetle, doğallıkla, muhabbetle var olan, yaralı tarafını bu hasletlerle iyileştiren bir varlık… Ama aynı zamanda insan, ruhunun gizli ve karanlık dehlizleri olan, çoğu zaman da ne yaptığının bilincinde olmadan yaşamını sürdüren de bir varlık…
Sosyal medya varlığımıza ait tüm bu iyi ve kötü yanlarımızı didikledi. Uyarılmaya hazır ruhumuzun o karanlık yanlarını tahrik etti. Hepimizi birer dijital yalan dünyasında, pembe dünya gezegeninde harikalar yolculuğuna çıkardı.
Sosyal medyanın artık toplumsal sınıfları belirleme gücü var. Bundan dolayı insanlar, başkalarının beğeni ve değerlendirmesine, onların puanlamasına ihtiyaç duyuyor. Kötü giden hayatı alabildiğine renkli ve mutlu gösterme çabası, başkalarının mutluluğunu görüp beğenme atarken içten içe hasetlenme, ona karşılık benzer paylaşımlarda bulunma, sosyal medya profilindeki takipçi sayısına göre o kişiyi değerlendirme gibi konularla bu pembe dünya gezegenindeki toplumda bir sınıfa dâhil etmeye çalışıyoruz kendimizi… Tam da bu noktada ifade edebiliriz ki nitelikle nicelik yer değiştirmiştir. Niteliğin ölçüsü like ve takipçi sayısı tarafından belirlenir olmuştur. Bu noktada esas olan sayılardır. Oysa niteliğin ölçüsünü sayılar değil, ürettiklerimiz belirleyebilir.
Sosyal medya hayatımıza girince, ruhumuzun gizli ve karanlık köşelerini ifşa etti, bize ‘siyah ayna’ tuttu. Zaten geçmişten gelen insanoğlunun kadim alışkanlığı beğenilmek, birilerini puanlamak daha da artar oldu.
Sosyal medya olmadığı zamanları bir düşünelim. ‘Çok daha samimi, doğal, içten ilişkilerin yaşandığı günlerdi’ diyor ve özlem duyuyorsunuz muhtemelen. Evet, doğrudur o samimiyet ve sıcaklık vardı ama şu an sosyal medyanın bizi köleleştirdiği ‘merak, eleştiri, karşıdakini bilinçaltımızdan puanlama, linç’ gibi konular o zaman da farklı şekilde vardı. Sosyal medyayla bunun, daha arsız, daha fütursuz ve acımasız bir hale dönüştüğünü söyleyebiliriz.
DİBE VURUŞ MU?
Efsane dizi Black Mirror’da da buna benzer bir bölüm vardı. 2016 yılında yayınlanan Nosediv bölümünde, insanların sosyal medya puanlarını yükseltmek için çırpındıkları distopik bir gelecek anlatılıyordu. O geleceğin bir benzerini yaşıyor olabilir miyiz?
Mutluluğumuz, sosyal medyada gittiğimiz yerler/aldığımız şeylerin beğenilmesine mi bağlı artık? Modern kölelikten şikâyet ederken her gün buraya daha da hapsolmuyor muyuz? Gerçek hayatta özgüvensiz ve asosyalken burada her konuda fikri olan bir kibir abidesine dönüşmedik mi? Sınırlanmayı sevmeyen insan sadece burada dayatılan konuları konuşmuyor mu? Takipçi sayımızla sahte sosyal statü kazanma gibi gereksiz bir hırsımız yok mu? İnfluencerlar ya da birtakım fenomenler mi bu ülkenin kanaat önderleri artık?
Sosyal medya, hayatın bize sunamadığı neyi sunuyor?
Teknolojinin esiri olmuş, duygularını ve düşüncelerini de prangaya vurmuş, kalabalıklar içinde yalnız zavallılar haline mi geldik? Kendinizle baş başa kaldığınızda lütfen bu soruyu sorun.
Bir Afrika sözünde söylendiği gibi, “O kadar hızlı gidiyoruz ki ruhlarımız arkada kalıyor.” Ya da “Ağaçların hiç acelesi yok ki…”
Uzattım. Kemal Sayar’ın ‘Yavaşla’ kitabından bir sözle bitirelim:
“Teknoloji odaklı yaşamlara ve hız eksenli bir hayata eklemlenmek durumunda kalan ve bu kısır döngüden rahatsız olanlar; YAVAŞLAYIN! Bu dünyadan bir kere geçeceksiniz!”