Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi Dr. Emre Elmas ile, “Tarih nedir”, “Tarihi nasıl tanımlarız” soruları ışığında kapsamlı bir röportaj yaptık.
Hocam merhaba. Genel bir soruyla başlayalım. Siz tarihi nasıl tanımlarsınız?
Kimsenin kimseyi dinlemediği, düşüncenin ve düşünsel emeğin hüzünlü bir hiçliğe bırakıldığı bugünlerde birilerinin beni dinlemek istemesi çok onurlandırıcı. Dolayısıyla beni dinlediğiniz ve nazik davetiniz için teşekkür ederim.
Tarihi tanımlamak, her tanım gibi birtakım eksiklikleri içerisinde barındırmaktadır. Her tanım, bir yerde bir seçmedir ve bu seçme dışarıda bırakma durumunu beraberinde getirdiği için eksik bir teşebbüs olarak kalmak durumundadır. Haliyle benim de burada yapacağım tanım eksik bir tanım olmak zorunluluğuna sahip.
Bunun yanında “tarihi nasıl tanımlarız” veya “tarih nedir” türünden sorular, Heideggerci bir izleği hatırlatırcasına “nasıl”, “niçin” ve “neden” soru zamirlerini güven altına almaktadır. Bu durum bir yerde “nasıl”,“niçin” ve “ne” soru zamirlerinin tanımlanabileceği, bir şekilde bu soru zamirlerinin kapatılabileceği ve nihayetinde karşılarına alındıkları nesneyi tanımlayabilecekleri zannını yaratmaktadır. Dolayısıyla nihilistik olma pahasına “nasılı nasıl tanımlamalı”, “ne nedir” ya da “neyi neye bırakmalı” gibi soruları gündemimize almalıyız. Açıkçası “ne”, “nedir” veya “nasıl” gibi soru zamirlerini düşünmeyen tarih felsefecisinin-“tarih nedir” veya “tarihi nasıl tanımlarız” gibi epistemolojik içerimleri bariz olan ve ontolojik olanın eteklerinde dolanan bu türden sorularla hakkıyla uğraşması, bana haliyle pek mümkün görünmemektedir.
Bir başka mesele daha var. Tarihin her döneminde, tüm epistemolojik kurguları kat eden bir “tarihi nasıl tanımlarız” sorusu sorulabilir mi? “Tarih nasıl tanımlarız” sorusundaki “tarih” ve “nasıl”, tarihin her döneminde, her bir kültürde aynı içerimlere mi sahiptir? Mesela Béatrice Guion’un “Comment écrire l'histoire: l'ars historica à l'âge classique” adlı metninde söylediklerine inanacak olursak bu soru, en azında Batı Antikitesinde çok az sorulmuştu. Bunun yanında kimi zaman bu soru, sorulamaz bir soru hüviyetine de sahip idi. Çünkü her dönemde tarih bu anlamda şimdi kavradığımız, sınırlarını kolaylıkla belirleyebildiğimiz ve rahatlıkla sorular yönelttiğimiz bir disiplin olmaktan hayli uzaktı. Kimi zaman retoriğin bir uzantısı, kimi zaman olayların basit bir kaydı olarak anlaşılan tarih, üzerine düşünülen özerk bir biçime ya da özerk bir varlığı her dönemde ve her kültür içinde sahip değildi.
Bilimist bir çerçevede tarihe yönelik tanımlamada kuşkusuz “geçmiş”, “insan”, “insanın yapıp ettikleri”, “nesnel”, “önyargısız”, “açıklamak”, “anlatmak” veya “analiz etmek” gibi ifadeler yer alacaktır. Ben ise bu kavram ya da ifadelere başvurmaksızın da tarihin bir tanımının mümkün olduğuna inananlardanım. Hatta bu, bir inançtan fazlası olarak bir zorunluluğun da mutlak bir göstereni gibi görünmektedir. Çünkü yaptığımız tanımlar tarafından tanımlandığımızı, tanımların tek yönlü olmadıklarını biliyorum. Bilimist bir tarih tanımı, tarihi bilimin sınırlarına baştan dâhil etmekte, bu sınır dışında tarihi düşünmek, kurmak veya tahayyül etmek ise mümkün olmamaktadır.
Şöyle bir baktığımızda tarihin ölülerle ilgili olduğu ve “bilimsel bir disiplin” olarak ölüme en yakın olduğu söylense de ben tam tersine tarihin insana, yaşama, dolayısıyla yenilik ve tazeliğe en açık form olduğunu söyleyebilirim. Yinelemek adına belirli türden mutabakatların olmaması ne tarihçilerin bir suçu ne de tarihin bir eksikliği. Eğer bir fazlalık veya bir pot varsa, metodolojik anlamda bu mutabakatların yokluğudur. O zaman tarih varlıkla ilişkili olduğu kadar bir yokluğun, her türden mutabakat yokluğunun varlığa çıkması hasebiyle de bir yokluk biçimi. Söylemek istediğim hem kendisine “nesne” olarak aldığı hem de kendisinden neşvünema bulduğu bir yokluk. Bu nedenle tarihi bilimist şablona hapseden bu kavram ve ifadelerden kaçınarak bir tanıma varmalı.
Bence,“tarih şimdiki zamandan önceki zamana bakma biçimlerinden biridir.” Bu tanımı önemsiyorum, zira bu tanım bizleri tarihi en geniş anlamıyla yazının icadına en dar anlamıyla ise sosyal bilim olarak tarihin kuruluşuna gönderme yapmaktan kurtarmaktadır. Böylesi bir tanım, tarihi bilimist bir şablonda açıklama, anlama veya analiz etme yükümlüğünden ve bu yükümlülüklerin getirdiği şiddetten hem bizleri hem de tarihi bağışık kılmaktadır. “Tarih şimdi zamandan önceki zamana bakma biçimlerinden biridir” tanımı, aslında nasıl olursa olsun ilânihaye tarihin bir temsil biçimi olduğunu ifade etmektedir. Bu tanıma M.Ö. 40 binlerdeki ilk mağara resimlerinden günümüzdeki son sürüm, en yüksek teorik içeriklere sahip, harikulade tarih yazımı örneklerine kadar tüm şimdiki zamandan önceki zamana bakan, bu zamanı temsil eden biçimleri dâhil edin. Tarih açıklayan, anlayan veya analiz eden bir biçim değil, daha temelde ve daha derinlerde şimdiki zamandan önceki zamana bakan, bu zamanı temsil eden bir biçimdir. Bu tanımın işaret ettiği tarih, tüm temsil biçimlerini kat etmekte, önce tüm bu biçimleri dağıtmakta ve ardından da kendi üzerinde her şeyden önce ve her şeyin üstünde bir temsil biçimi olarak yeniden toplamaktadır. Dolayısıyla bu biçim ve temsil etme edimi insanlık tarihinin genelini düşündüğümüzde kimi zaman bizlere mağara resmi olarak gelen kimi zamansa mit, destan, masal veya bilimsel tarih olarak ulaşan tüm temsil biçimlerini ilânihaye bir temsil biçimi olarak kavramayı gerektirmektedir.
Böylelikle tarihin tarihini “uzun bir temsil tarihi”ne mi kayıtlamak gerekmektedir?
Neden olmasın? Gerçekten de insanlık kendi şimdisinden önceye kimi zaman mağara resmiyle kimi zamansa diğer temsil biçimlerinden bazılarıyla baktı. Nasıl ki mağara resmiyle şimdiki zamandan önceki zamana bakan, bu zamanda gerçekleştirdiği bir avı veya atalarının yapıp ettiklerini gururla mağara duvarlarına kazıyan, bu resmi çiziktiren mağara insanıyla bilimsel tezler yazan, arşivleri tüm maharetiyle kullanan tarihçinin yaptığı şey, şimdiki zamandan önceye bakmak ve bu namevcut olan önceyi temsil etmek bakımından temelde aynıdır. Her ikisi de kendi şimdilerinden öncelerine ama böyle ama şöyle bir şekilde bakmakta ve kendi şimdilerinden evvelinde kalanlara, artık olmayanlara bir anlam vererek kendi şimdilerini, dolayısıyla kendilerini anlamlı kılmaktadırlar. Ne şimdiki zamandan önceki zaman ne de şimdi anlamlıdır. Bunları anlamlı kılan bizim bakma jestimiz, dolayısıyla temsil etme hareketimizdir ve bu hareket zamandan zamana, toplumdan topluma, biçimden biçime değişmektedir.
Tarih bu itibarla şimdiki zamandan önceki zamanı temsil etme bakımından diğer temsil biçimlerinden imtiyazlı bir doğaya, gerçek ve hakiki bir içeriğe sahip değildir. Köleci toplumların kullandığı mit ve destan, orta çağ elitlerinin bolca okuduğu “La chanson de Roland”, feodal köylülerin ağızdan ağıza aktardığı masallar gibi tarih de ancak birileri veya bir şeyler içindir. Değişen şartlar, farklılaşan üretim tarzları, oluşan yeni toplumsal formasyonlar şimdiki zamandan önceki zamana bakmanın yeni biçimlerini peyda etmekte ve bu peyda oluşta hâlihazırdaki biçimler eskimekte, yok olup gitmektedir. Değişen şartlarla birlikte kullanılan biçimlerin “tarih” olması ise vakidir.
O zaman temsil tarihinde tarihin de tarih olması mümkündür. Öyle değil mi?
Evet, kesinlikle. Yaptığım tanımın bu anlamda önemli olduğunu düşünüyorum, zira tanımlarken, her tanımın yaptığından farklılaşarak bu tanım, tanımladığı şeyi varlığa çıkarttığı yerde, tanımladığı şeyin yokluğunu da aynı anda dillendirmektedir. Yani, bu tanım tarihin tam da varlığı üzerinde onun yokluğunu çağırmakta, en azından bu yok oluşu dillendirme anlamında buna cesaret etmektedir. Mağara resminden mite, mitten masala ve oradan da tarihe uzanan temsil tarihinin tarihi bir varlık tarihi, bir var olma tarihi olduğu kadar bir yokluk, bir yok oluş tarihidir de.
Peki, hocam tüm bunlardan hareketle sizce tarih disiplini adını verilen biçimde doğrunun ölçütü var mıdır? Varsa, bu ölçüt nedir?
Doğruyla kasettiniz nedir? Ya da ölçütün olduğu yerde doğru var mıdır? Şayet böyle bir doğruluk ölçütü varsa, zaten doğru vardır, ama bu doğru o ölçütün doğrusu olmaktadır. Haliyle bu da benim anladığım anlamda bir hakikat olarak, tekil, değişmez, belirli bir zaman ve mekân görüsü dışında duran doğrunun kendiliğine ve kendi içkinliğine halel getirmektedir. Yani doğrunun ölçütünün olduğu yerde ölçütün doğru olması, doğrunun ölçüte ait bir şey olması nedeniyle doğru yoktur diyebilirim. Çünkü ölçütün doğru mu olduğunu ya da elimizdeki ölçütün doğru ölçüt mü olduğunu sağlama alabileceğimiz bir meta ölçüt yok. Bunların dışında doğruyla ölçüt arasında doğru bir ilişkinin hangi ölçütle kurulabileceğine ilişkin bir temel de mevcut değil.
Mağara resmindeki temsil biçiminin taşıdığı doğruluk kıstasıyla ardından gelen destanın doğruluk ölçütü aynı değildir. Çünkü mağara resmini çiziktiren el ile o resme muhatap olan gözün doğrudan anladıklarıyla, dilinden destanın sözcükleri dökülen ağız ile o sözleri duyan kulağın doğruluktan anladıkları farklıdır. Farklı öznelerin, birbirleriyle uyumlu olmaları beklenmeyen, farklı ve uzlaşmaz birtakım endişe veya arzuların söz konusu olduğu bir bağlamda kesin ve aşkın bir ölçüt nasıl belirleyebilir ve bu belirlenimle birlikte mutlak bir doğruya ne şekilde varabiliriz? Benzer şekilde masal veya mitin taşıdığı doğruluk ölçütü ile destanın taşıdığı doğruluk ölçütü aynı içeriğe sahip değildir. Yine bu temsil biçimlerin her birini düşündüğümüzde, kapitalist üretim ilişkilerin dünyaya hâkim olduğu, burjuvazinin yükselişte olduğu bir dünyanın bize hediyesi olan ve aşağı yukarı yaptığımız bu tarihe şeklini veren doğruluk ölçütü diğer biçimlerde mevcut değildir. Bir doğruluk ölçütünün de ne düzeyde geçerli olduğu, bu temsil biçimlerinin her biri adına sorulabilir. Dolayısıyla temsil biçiminin değişmesi şimdiki zamana ilişkin ölçütün de değişmesini beraberinde getirmekte, haliyle böyle bir değişimin ekseninde ise doğrunun kendisi değişmektedir.
Peki, tarihte doğru bir ölçüt yoksa doğruluk da tam da bu nedenden ötürü yoksa ne yapmalıyız?
Ben açıkça lafı da pek dolandırmadan bu “doğruluk neferlerine” karşı anlamı çıkarmak gerektiğine inananlardanım. Her şeyin ölçüsü insandır. Eğer ortada bir tarih varsa, bu tarih ne etrafımızı saran nesnelerin ne dünyayı birlikte paylaştığımız hayvanların veya bitkilerin ne de dünyanın tarihidir. Evet, sırasıyla nesnelerin, yatak odalarının, kokunun, masanın ya da tornavidanın tarihini yazabiliriz. Ya da hayvanların ve bitkilerin güzel mi güzel tarihini de kaleme alabiliriz. Bunlarla yetinmeyip bana hep geldiği gibi çılgınca bir iş yapıp dünya tarihi de yazabiliriz. Dersler açıp, bu konuda ciltler dolusu kitaplar da yazabiliriz. Ama tüm bu yazdıklarımız, nesnenin tarihi, hayvanların ve bitkilerin tarihi ve dünya tarihi, yine bir tür olarak insanın tarihi, insanca tüm bunlara bakmanın ve yine bütünüyle tüm bunlara insanca anlam vermenin bir çıktısı olarak kalacaktır. Kendimizi kandırmamın âlemi yok. Yaptığımız tarihle kendi dışımızdakileri tarihimize konuk ettiğimizde onlara birer var oluş vermemekteyiz.
Hocam bir de arşiv belgeleri üzerine konuşmak isterim. Tarih bağlamında doğruluk kriterleri konuşulurken belgelere bolca referans verilir. “Doğrudur, çünkü belgede bu yer almakta” mealinden ifadelere denk gelmemiz olasıdır. Arşiv nasıl düzenlenmekte, siz arşiv mantığını nasıl ele almaktasınız ve acaba belgeler doğruluğun ölçütü olabilir mi?
Evet, kesinlikte belgelere bolca referans verme durumu var. Yalnız bu durum daha önce de belirttiğim üzere yaptığımız tarih tanımının bir getirisi. Yani siz tarihi bir bilim olarak, sosyal bir bilim olarak tanımladığınızda, haliyle tarih adına bilim olma koşulunu asgari düzeyde sağlayacak birtakım empirik içerikler üretmek zorunda kalıyorsunuz. Dolayısıyla daha önce söylediğim yere geliyoruz. Önce bir tanım yapıyorsunuz ve bu tanım çerçevesinde tarihi bilimsel bir içerikle dolduruyorsunuz ve ardından tarihi başka bir şekilde düşünmeniz, tarihi farklı dinamikler üzerinden kurmanız imkânsız oluyor.
Bilimsel tarihin en önemli çıktısı olan arşiv ve bu arşivler içindeki belgelere biraz bakmakta fayda var. Kesinlikle söylediklerinize katılıyorum. Bir belge varsa, o konudaki belge sanki her şeyi söylüyormuş gibi bir kanı hem akademik çevrelerde hem de toplum nazarında mevcut. Bu söylemin böylesine güçlü bir şekilde geçerli olması ise tehlikeli. Tehlikeli, çünkü bizatihi bu söylemin kendisi arşivlerin ve arşivlerdeki belgelerin yalandan, çarpıtmadan veya en azından kurgudan bağışık olduğu zannını yaratmaktadır. Ayrıca her şey belgede mevcutsa, neden tarih yazarken belgeleri kullanmakta, bu belgelere yorumlar katmaktayız? Eğer her şey belge olsaydı, istediğimiz, aradığımız geçmişe ilişkin doğruyu belge bize hiçbir sapma yapmadan verseydi, belgeleri kullanarak tarih yazmaz, doğrudan belgelerin çevirilerini yapardık. Gerçi bugünkü tarihçiliğimizin büyük bir bölümünü belge çevirmenliğinin oluşturduğu, tarihçinin geçmişi yaratan, yorumlayan ya da geçmişteki olduğu varsayılan olaydan bambaşka bir olay ortaya koyan bir özne olarak değil de geçmişin belgelerinin sadık bir çevirmeni olarak görüldüğü söylenebilir. Yani “traduttore traditore/çevirmen haindir” deyişinde olduğu gibi bir çevirmen olarak tarihçi “hain”dir. Aslında mesele, belgede ne yazdığı değil, hangi olgusal içerikle bu belgenin tanrısal bakış anlamına gelen o teorik çerçevede ele alınacağıdır.
Bir defa belgeler bugün, aşağı yukarı geçerli olan bir görüşü göre sanki kurgudan bağışık şeyler gibi görülmektedir. Bir tarihçi elinde salladığı belgeyle hakikate vardığını rahatlıkla iddia edebiliyor. Belgeler, sanki onu yazandan, kayda alandan veya kayda geçmesine sebep olandan bağımsız şeyler gibi kavranıyor. Hâlbuki her belge onu yazanın/kayda alanının/kayda geçmesini sağlayanın görüşünü bir şekilde yansıtmaktadır. Arşivlerin kurgusal doğaları bağlamında geçtiğimiz günlerde vefat eden Natalie Z. Davis’in “Fiction in the Archives Pardon Tales and Their Tellers in Sixteenth-Century France” adlı çalışması ya da Michel Foucault’nun Arlette Farge’yle birlikte yayımladıkları “Le desordre des familles: Lettres de cachet des Archives de la Bastille au XVIIIe siècle” adlı çalışmaları sıradan insanların kendilerine yönelik nasıl hikayeler yarattıklarını ve bu insanların bıraktıkları belgelerle bu insanlar arasında nasıl bir bağ olduğunu göstermektedir. Osmanlı tarihi bağlamında mesela Anton Minkov’un “Conversion to Islam in the Balkans Kisve Bahası Petitions and Ottoman Social Life, 1670-1730” adlı ilginç çalışması da bu meseleyi hayli başarılı bir şekilde ortaya koymuştur.
Sıradan insanların yanında devletin failliği, bunun tarihyazımsal anlamda güzel bir örneği. Mesela Osmanlı tarihini ele alalım. Bu bahiste Osmanlı arşivlerinin tarihyazımında etkisi kayda değer. Şöyle bir baktığımızda Osmanlı arşivinde belgelerin büyük bir yekûnu devletin maaşlı memurları tarafından kaleme alınmışlardır. Bu belgeler üzerine çalışan tarihçi kuşkusuz geçmişe yönelik bir bakışı açısı kazanır kazanmasına, fakat kazandığı bu bakış açısı, aynı zamanda bu belgeleri kaleme alan kâtibin, dolayısıyla kâtibin ait olduğu devletin bakış açısıdır. Haliyle söz konusu geçmişe başka bir türde bakacak belgeler olmadığı için-en azından Osmanlı tarihi bağlamında-tarihçinin elindeki tek bakış açsının doğru olduğunu düşünmesi kaçınılmaz olmaktadır. Örnek vermem gerekirse, Osmanlı devletinde ekonomik fail kimdir sorusunu soran bir tarihçiyi düşünelim. Bu soru çok önceleri soruldu ve cevap olarak tarihçiler tarafından devlet işaret edildi. Böylelikle Osmanlı Devleti’nin ekonomide yegâne aktör olduğu ve Batı’daki iktisadi hayattan farklı olacak şekilde, Osmanlı Devleti’nde sıradan Müslüman ve Türklerin ekonomik faaliyette bulunmadıkları tezi uzun bir zaman Osmanlı iktisat tarih yazımında etkisini sürdürdü. Sürdürdü, çünkü tarihçi sadece olaya Osmanlı belgeleri üzerinden baktığında, yalnızca devleti fail olarak görmüş, diğer faillikleri es geçmiştir. Bu bakış açısı ancak Edhem Eldem, Cemal Kafadar, Şevket Pamuk gibi yabancı ülke arşivlerinde araştırmalar yapan ve böylelikle fail olarak sadece devleti görmeyen, halktan unsurları da ekonomik fail olarak yansıtan yabancı devlet arşivlerindeki belgeleri kullanan tarihçilerin çalışmalarıyla-kısmen-değişmiştir.
Belgeler nasıl ki onu kaleme alandan bağımsız düşünülemiyorsa, arşivleri de onları kuranlardan bağımsız düşünmemek gerek. Hiçbir arşiv orada bir yerde kendi başına kurulmamıştır. Bunların yanında tıpkı belgeler gibi hiçbir arşiv kendisinden yüzlerce yıl sonra bir tarihçi kendisini kullanması ve dört başı mamur bir tarih yazması için kurulmamıştır. Hem belgeler hem de arşivler tarih yazma amacı dışında, geçmişin bir yerlerinde yaşamın olağan akışı içinde oluşmuş şeylerdir. Tarihçi bunları ancak epistemolojik bir kabulle birlikte bir belgeye dönüştürmüştür.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki tarihçi arşivlerde geçmişin hakikatini taşıyan, bu hakikati bugüne getiren ve kimsenin dokunmadığı belgelerle karşılaşmamaktadır. Tarihçi arşivde ham malzemeyle değil, kendisinden çok önce devletin maaşlı arşiv memuru tarafından okunmuş, özeti çıkartılmış, tasnif edilmiş, sıraya dizilmiş ve bir numara verilmiş belgeye ulaşmaktadır. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Tarihçi, bu nedenle arşivde belirli bir arşiv romantizminin sürdürdüğü “ham malzeme”yle değil, kataloglanmış belgeyle karşılaşmaktadır. Tarihçi ile belgesi arasında bir kurum olarak arşiv ve arşivin memurları durmaktadır. Az önce söylediğim tasnif ve kataloglama işlemleri belgenin hüviyetini belirlemektedir. Bu bakımından müzeler nasıl ki tarihsel bir kurgudan bağışık değillerse, ziyaretçilerini belirli bir türde geçmişe inanmaları yönünde teşvik ediyorlarsa, arşivler de belirli bir tarih hikâyesini yaratmak adına kurgulanıp kurumsallaşmışlardır. Arşivde hangi türde olursa olsun bir belge, tarihçiden çok önce birileri tarafından okunmuş, özeti çıkartılmış, içinde artık ne varsa birileri tarafından ele geçirilmiş ve bir kataloğa kayıtlanmıştır. Bu birileri ise kuşkusuz devletin memuru olan arşivcidir.
Arşivin tasnif edilmemiş haliyle tasnif edilmiş hali arasında tarihçinin bir kıyaslama yapma imkânı yoktur. Örnek vermem gerekirse, bir arşivde tasnif öncesinde 100 belge olduğunu ve bu belgelerin belirli bir katalog altında tasnif edileceğini varsayalım. Bu varsayımla birlikte bu 100 belgeden iki tanesinin devletin “yüksek” çıkarı adına tehlikeli ya da muzır olduğunu farz edelim. Yapılacak tasnif işleminde sırf bu nedenden ötürü o iki belgenin katalog dışında kalması mümkün. Haliyle tasnifleme işlemi bittikten ve tarihçinin kullanımına arşiv-katalog-açıldıktan sonra tarihçi bu katalogda sadece 98 belge görecektir. Haliyle tarihçi açısından o iki belgeye ulaşmak ise mümkün olmayacaktır. Çünkü arşivlerde katalog dışında bırakılan belgelerin katalogları bulunmaz. Dolayısıyla katalog dışındaki belgeye ulaşmanız bu nedenle mümkün değildir. Bunu söylemek, tüm arşiv çalışmaları manipülatiftir ya da arşiv çalışanları güvenilmezdir demek değil. Sadece arşivlerin süzgeç yüzeylere sahip olduklarını ve tarihçinin de tarih okurunun da bu süzgeç yüzeyden haberdar olmasının gerekli olduğunu belirtmek istememdir. Buradan hareketle arşivlerin bu kurgusal doğaları ve süzgeç yüzeyleri nedeniyle geçmişi görmemizi sağlarlar, ama tam da bu özelliklerinden ötürü belirli bir türde geçmişi gösterdikleri de söylenebilir.
Hemen hemen gündelik yaşamın birçok alanında tarih sohbetlerine tanıklık etmemiz mümkündür. Böylesine yaygın bir durumun ihtiyaçtan kaynaklandığını ifade edebilir miyiz? Sizce tarih üzerine sürekli konuşulmasının sebepleri nelerdir?
Gerçekten de Türkiye gibi bir ülkede gündelik yaşamın birçok yerinde tarihin konuşulduğuna şahit olmak, yaşamın olağan akışına gayet uygun. Herhalde Türkler olarak spor ve siyaset gibi herkesin “uzmanı” olduğu konulara tarihide eklemek gerek. Herkesin tarih üzerine konuşması ise kötü bir şey mi diye sorarsanız, onu bilmiyorum. Ama okuryazar toplum olmadığımızı, ülkemizdeki kitap satış rakamlarının dünyadaki gelişmişlik seviyesi bakımından benzer olduğumuz toplumların hayli gerisinde olduğu olgusunu düşündüğümüzde ve tarih dediğimiz olgunun temelde ciddi bir okuryazarlık faaliyeti olduğunu hesaba kattığımızda, ilginç bir resim ortaya çıkmaktadır. Okumayan, yazmayan, kimsenin neler okuyup neler yazdığını akademik düzlemde dahi merak etmeyen bir toplumda insanlar gerçekten de neden tarih konuşur, bu insanlar için neden tarih bu denli önem arz eder, aklım pek almıyor.
Herkesin tarih konuştuğu, herkesin geçmişle ilgilendiği ve nihayetinde geçmişteki ölülerin yapıp ettiklerinin içinde bulunduğumuz şimdide değerli olmasının geçmişin kendisiyle hiçbir ilgisi yok. Bunun tamamıyla bugünle, şimdiyle, dolayısıyla bizle ilgili bir tarafı var. Şimdiyi kaybeden, gelecekten umudu kesen bir toplum imajı bu tarihsel söylemin katmanlarında dolanmaktadır.
Kuşkusuz yukarıda da göstermeye çalıştığım üzere ciddi bir uzmanlık yönü olmakla birlikte tarihçinin kendi malzemesi üzerindeki otoritesi bir fizikçinin kendi sahası üzerindeki otoritesinden epey düşük. Bilemiyorum, bunu söylemek ne ölçüde doğru olur, ama tarihin diğer bilimsel yaklaşımlardan daha “demokrat” olduğunun altını çizmem gerek. Tabii ki burada demokratlığı tırnak içinde söylüyorum. Bu, iyi bir şey mi, orası ise biraz karışık. Dört başı mamur bir tarih çalışmasına inanmama, bu çalışmayı dikkate almama hakkınız pozitif bilimlerdekinden hem daha kolay hem de daha konforlu. Bunu bizatihi bu işi pratiğe döken uzmanlar adına da söyleyebilirsiniz. Mesela gündemi çok meşgul eden tarih çıkışlarının hemen hemen hiçbiri meslekten tarihçiler tarafından yapılmamaktadır. Bir hekim, bir avukat ya da Celal Şengör örneğinde olduğu gibi bir jeoloji profesörü tarih hakkında konuşabilmekte ve gündemi belirleyebilmektedir. Bu durumu tersinden düşünelim ve bir tarihçinin çıkıp tıp hakkında konuşmalar yaptığını farz edelim. Mesela bu hayali tarihçimiz kanser tedavisindeki yöntemleri eleştirsin ve insanlara erken teşhis veya hastalık durumunda tedavi olmamaları konusunda telkinde bulunsun. Böyle bir şey herhalde en hafifinden bir felaket olur. Bu tür bir davranışta bulanan tarihçi en basitinden bir şarlatan olarak anılacaktır.
Neden peki? Çünkü tıp, diğer pozitif bilimler gibi ciddi bir uzmanlık alanı gerektirmekte ve sonuçları itibarıyla telafisi pek mümkün olmayan sorunlara yol açmaktadır. Bu durum haliyle bir uzmanlık otoritesini de beraberinde-iyi ki-getirmektedir. Ama tarih öyle ya da böyle yanlışlanmaya açık bir alan değil. Tarihte en aptalca şeyleri söyleyebilir ve kendinize hatırı sayılır bir okur/dinleyici kitlesi de edinebilirsiniz. Bir mühendisin yanlışlanmaya açık bilgisinin kötüye kullanımı sizin hayatınızı mahvedebilir, ama kötü bir tarih anlatısı sizi öldürmez. En kötüsünden bazı şeyleri farklı yorumlar, pek olası olmayan anlamlarla yaşar gidersiniz. Farklı yorumlarla, pek olası olmayan anlamlarla yaşamanın kendisinin de kötü bir şey olup olmadığı ayrıca bir tartışma konusu. Kim bilir birisi çıkıp da bu pek olası olmayan anlamların kendisini mutlu ettiğini, huzur verdiğini ve sırf bu nedenle de kendisi için önemli olduğunu dahi söyleyebilir. Yani pozitif bilimlerin taşıdığı zorunluluk, belli ölçüde yanlışlanabilmesinden ve bu bilimlerin yasallığından kaynaklanır. Böyle bir şeyi tarih adına söylemek zor. Dolayısıyla diğer bilimsel disiplinlerden farklı olacak şekilde herkesin tarih konuşması biraz da işin doğasında var.
Kesinlikle tarihin herkese ait olduğu, tam da bu nedenle kimseye ait olmadığını, olamayacağını düşünüyorum. Her ne kadar geçmişin olayları bitmiş olsalar da bu olayları anlamlı kılan olgular bitmemiştir. Sürekli olarak bu olguların içeriklerini doldurmakta, bizatihi bu olgulara yeni görünümler, farklı yüzler kazandırmaktayız. Haliyle yeni olgusal görünüm, olgunun edindiği yeni yüz, geçmişin olaylarını da derinden değiştirmekte ve bu olayların taşıdığı anlama yeni ve bambaşka bir anlam eklemektedir. Yüzergezer alan bu nedenle olayın, yani konumuz bağlamında tarihsel olayın yüzeyidir. Kuşkusuz herkes bu alana demir atmaya çalışmakta, olayları olgularla mutlak bir netlik elde etmek adına sabitlemeye çalışmaktadır. Fakat unutulmamalıdır ki bir demir atma eylemi, gemi örneğinde olduğu gibi, ancak bir akışın ve kayma ihtimalinin olduğu bir suyun üzerinde anlamlı olur ve tam da bu ihtimal üzerinde akışı, kaymayı ve hatta savrulmayı görmek mümkün olur. Tarihsel olayları bu nedenle kapatmak, bu olaylara son nokta koymak, tam da bu olayların içine kayıtlandığı yaşamın taşıdığı oluş nedeniyle mümkün değildir. Mümkün değildir, zira geçmişin kayıtlandığı yaşama son noktayı koymak mümkün değildir. Dolayısıyla geçmiş biter bitmesine, ama tarih de biter. Fakat geçmişin bitişi ile tarihi bitişi farklı şeylerdir. Tarih geçmişten farklı bir şekilde anlam dünyamızda, şimdiki zamandan önceki zamana bir bakış alarak kendi anlatılarımızda biter, çıkar, fışkırır, dikilir ve ardından silinir. Tüm bunların anlamı, tarihin herkese ait olduğu yerde herkesin elinden kaçan bir kayganlığa, tutulamazlığa sahip olması ve bunun devri daim bir şekilde gerçekleşmesidir. Çünkü yaşam kapatılamazdır, yaşam son nokta koyulamazdır. Her kim ki yaşama son nokta koyar, her kim ki yaşamı kapatır, işte o zaman tarihe de sahip olabilir.
Tüm bunlardan hareketle bu yüzergezer alanda kimsenin ağzını kapatmaya hakkımız yok. Çünkü denizin derinliklerine bıraktığımız çıpalarımız olsa da deniz, yani yaşam tümden bize ait değil ve bu yaşamın içinde çıpalarımızın ne kadar dayanıklı olduğu da çıpalarımızı bıraktığımız yerde daha ne kadar duracağımız da belirsiz. Kimin çıpasının deniz karşısında, denizin azgın dalgaları karşısında, yaşamın akışkanlığı karşında daha güçlü olduğu da şüpheli. O zaman susturmak yerine belki de konuşturmalı. Peki, niye konuşturmalı? Çünkü bu konuşmada, tarih konuşmada Freudyen birtakım hususların da olduğundan şüphem yok. Yani, sanki tarih bastırılanın, bir humma olarak, toplumsal bir hatırlama humması olarak geri dönmesi gibi sürekli olarak geri dönüyormuş gibi bir fikre de sahibim. Şimdimizi, şimdidekileri, yani kendimizi ve yaşamımızı bastırıyor ve ardandan da bu şimdi, bastırılmış bir şekilde bize geçmiş olarak geri dönüyor. Her bastırılan geri döner, ama döndüğünde artık bastırılmış olan değildir. Herkesin tarih konuşmasında da benzeri bir durum söz konusu. Bir Norveçlinin, bir Hollandalının tarihle kurduğu ilişki ile bizim tarihle kurduğumuz ilişkinin aynı olmadığı söylenebilir. Sanki bizde bir kayıp duygusu, şimdiye düşman, yaşama sırtını dönmüş bir tür nostalji var.
Şimdinin kaybının getirdiği bir kayıp duygusu bu. Şimdiyi kaybettiğimiz, şimdikilerden umudumuzu yitirdiğimiz bir yerde gelecek de anlamını kaybediyor. Geleceğe dönmek, emin adımlarla geleceği kurmak zorlaşıyor, hatta imkânsız hale geliyor. Bu anlam kaybında, bu imkânsızlıkta ise geçmiş iyi bir liman. İşte yaşamın içinde tarih gemimiz geçmişin bu korunaklı ve emin limanın sığ sularına demir atmış atmasına, ama paslanmaya da yüz tutmuş bir şekilde bekliyor. Açıkçası bu sığ sular, bu paslanma, bu paslı gemi, beni korkutuyor. Bu pas, bu paslanma yaşamsal bir şey değil. Yaşamı boğan, onu bastıran, yaşama düşmanca davranan bir şey. Bu korunaklı ve emin limandan, bu yosunlu ve kirli sığ sulardan kurtulmak gerektiğine inanıyorum. Bu kayıp duygusuyla şimdimizi kuramadığımız, etrafımızdakilere anlam veremediğimiz, geleceğe emin adımlarla yürüyemediğimiz gibi geçmişi de hakkıyla yaratamıyoruz. Sadece yaratımlarımız olduklarını unuttuğumuz kendi yarattıklarımıza tapmaktayız. Toplumsal bir “hipertimezi” içinde olduğumuzu, yalnız geçmişi histerik boyutlarda, hastalık derecesinde düşünmemizin altında da bir tür “amnezi”nin, kitlesel bir “amnezi”nin yattığını söylemeliyim. “Hipertimezik” bir edimle geçmişi aşırı derece önemsemekte ve hatırlamakta, yalnız tam da bu önemseme ve hatırlamada bir tür “amnezi”ye düşmekteyiz. Toplum olarak şimdiyi, şimdide olup bitenleri dolayısıyla yaşamımızı unutmaktayızdır. Faydasız ve anlamsız bir şekilde çok ama çok uzakları gören, ama burnunun dibini görmekten aciz olan birisinin etrafındakilere çarpması, devrilip düşmesi gibi toplum olarak en uzak geçmişi “görüyoruz”, ama kendi yaşamımıza, bu yaşama verebileceğimiz anlama kör kalıyoruz.
Tüm bu söylediklerimin geçmişte yaşamış olan birilerini övmek ya da yermek veya tarihi bir dinin, bir ulusun, bir sınıfın hizmetine koşmak olmadığını, bilmiyorum, söylememe gerek var mı? Belki de bütün sorun, tarihi bireysel bir düşünme biçimi olarak değil de kitlesel bir içerikle yapma arzusunda olmamızdır. Yani düşünen, karar veren, rol ve sorumluluk alan özerk bir özne olarak değil, bir cemaatin, bir partinin mensubu olarak tarihi böylesine yapmanın, toplum içinde sürekli olarak tarih konuşulmasının önemli nedenlerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Böyle bir yaklaşım haliyle tarihi belirli bir kullanıma sevk etmekte ve birileri ya da bir şeyler için tarihi basit ve sıradan bir şeye indirgemektedir. Kuşkusuz şimdiki zamandan önceki zamana bakmak her zaman için birileri veya bir şeyler içindir. Ama ben, bu şablonda, bu birilerinde veya bu bir şeylerde kendimi görmemekte, kendi yaşamımı duyumsamamaktayım. Evet, perspektiflerimiz olmaksızın tarihin yapılamayacağını, tersine tarih adını verdiğimiz şeyin bir perspektif meselesi olduğunu biliyorum. Bundan mülhem tarihin her daim birileri ve bir şeyler için olduğunu da biliyorum. Dolayısıyla amacım burada bu birileri ve bu şeyleri iptal etmek ve sadece tarihi tarih için yapmak veya konuşmak gerektiği vurgusunda bulunmak değil. Söylemek istediğim, gördüğüm kadarıyla bu birilerinde ve bu şeylerde sırasıyla ne benim olduğum ne de yaşamımın olduğudur.