Ülkemizde çok fazla işlenmeyen korku edebiyatı ve korku kültürü üzerine bu alanın en önemli temsilcilerinden yazar Mehmet Berk Yaltırık'la korku edebiyatını ve gelişimini konuştuk.
Mehmet Berk Yaltırık kimdir, hangi türlerde yazar, nelerle uğraşır?
Tarihçi ve yazarım, 1987’de doğdum. Lisans ve yüksek lisans eğitimimi Trakya Üniversitesi Tarih Bölümünde tamamladım. Tarihi dönemlerde geçen korku ve fantastik türde öyküler, romanlar kaleme alıyorum. İthaki Yayınları’ndan çıkan 3 roman ve 2 novella (uzun hikâye) dışında, Doğan Kitap ve Bilgi Yayınları ağırlıkta olmak üzere 16 öykü seçkisinde yer aldım, 8 araştırma eserim çeşitli akademik yayınlar içerisinde yayımlandı. Topladığım veya incelediğim folklor malzemesini araştırmalara veya “Son Gulyabani” adlı kendi YouTube kanalımda yayın içeriklerine dönüştürüyorum. Şu sıralar senaryo yazımı üzerinde çalışmalar yürütüyorum. Kısmi bir süre İstanbul’da bulundumsa da neredeyse 24 yıldır Edirne’de yaşıyorum. İnternet üzerinden korku kurgusu ve tarihi kurgu yazma üzerine atölyeler veriyorum. Araştırdığım, ilgilendiğim ve yazdığım konular halk inanışları ve korku folkloru ile eşkıyalık, kabadayılık tarihi etrafında ağırlık kazanıyor. Kurgularımda çoğunlukla bu iki ayrı alanı harmanlayıp sentezlemeyi seviyorum. Öykülerim dönem ve coğrafya olarak ekseriyetle Osmanlı dönemindeki Balkan coğrafyasında geçiyor.
Bursa’ya daha önce geldiniz mi? Burasıyla alakalı herhangi bir çalışma yazdınız mı?
Bursa’ya daha önce otogar vasıtası ile gelip geçmelerimi saymazsam iki kere gelme imkânım oldu. İlkinde fazla gezme fırsatı bulamamıştım, Uludağ Üniversitesi’nden gençler ağırlamışlardı bir söyleşi etkinliğinde, 2020’nin başlarında. İkincisinde ise Osmangazi Belediyesi bünyesindeki Şadırvanlı Han Eğitim Akademisi’nce gerçekleştirilen Edebiyat Sohbetleri vesilesi ile arkadaşım Ömer Faruk Yazıcı ile birlikte gelmiştim 2023 kasım ayında. O esnada bazı türbeleri, camileri gezme fırsatım oldu, sahib-i hayal Şeyh Küşteri’nin mezar taşının önünde hatıra fotoğrafı dahi çekildik. Bursa ile ilgili henüz bir öykü yazamadım ancak bazı araştırmalar yapma imkânı buldum. Nilüfer Belediyesi’nin bir çevrimiçi söyleşisi sonrasında hediye ettiği, Onur Ulutaş ve Sezai Sevim’in kaleme aldıkları iki ciltlik “Nilüfer’in Hikayesi” adlı çalışmayı okudum. Bir de daha önce, eşkıyalık tarihi araştırmalarım çerçevesinde Ziya Şakir’in “Bursa'yı İki Gün İdare Eden Eşkıya Püskülsüz İsmail” kitabını okuyup Samanpazarı başta olmak üzere bölgedeki eski kabadayılık vakaları üzerine oldukça yüzeysel bir araştırma yapmıştım. Tarihi dokusunu epey beğendiğim için sıklıkla yolumun düşmesinden memnuniyet duyduğum bir şehir.
Ülkemizde korku edebiyatına dair literatürün ve birikimin yoğun olmadığını dikkate alırsak bu alanda yazmayı ve üretmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Zorlukları ya da kolaylıklarından söz edebilir misiniz?
Aslında sözlü ve belli açılardan görsel bir malzemeden bahsedebiliriz ancak bunun yazılı edebiyata geçişi epey geç. Meddah hikayeleri ki buna Evliya Çelebi’deki mitik unsurları, Cinanî’nin hikayelerini de ekleyebiliriz; Divan edebiyatındaki folklor malzemesi, Karagöz-Hacivat oyunlarındaki fantastik unsurlar, halkbilimcilerin “memorat” dediği doğaüstü olay ve varlık anlatıları oldukça zengin. Buna Anadolu ve Balkanlar gibi gelip geçen halkların mitleri ile efsanelerinin de karışıp varlığını sürdürdüğü bir coğrafyanın kültürel mirası açısından değerlendirebiliriz. Batı edebiyatının aksine bizde korku, tıpkı fantastik ve bilimkurgu gibi diğer spekülatif türler ile birlikte oldukça geç işlenmeye başlandığından uzun yıllar bu mirasın pek kıymeti bilinmemiş. Bugün Türk Korku Edebiyatı maalesef erken dönemdeki istisnai örneklerine karşın 24 yıldır, internet sitelerinde varlık gösterip sonrasında basılı edebiyatta ağırlık kazanmaya başlamış, halen yeni sayılabilecek bir tür. Bunun detaylarını merak eden okurlar, Türk Dil Kurumu’nun çıkardığı Türk Dili Dergisi’nde kaleme aldığım yazılara bakabilir. Şimdi böylesine bir sahada yazmanın belli zorlukları ve kolaylıkları var. En büyük kolaylığı, bu alanda kalem oynatacaksanız daha önce yazılmamış bir alt tür, kendinize has bir üslup, denenmemiş konular bulma ihtimaliniz epey yüksek. Ancak zorluğu da burada ortaya çıkıyor, okurlar tarafından yeni yeni benimsenen, keşfedilen bir tür. Ne kadar ön planda olursanız olun, bu türde yazan birilerini keşfetmenin mutluluğundan bahseden bir e-posta ve okur yorumlarını sıklıkla alacaksınız. Sebebi korku alanında üretilen eserlerimizin henüz görsel sanat eserlerine dönüştürülmemesi ve popüler kültüre mâl olmaması. Yine de epey gelecek vaat eden bir tür ilerisi için. Okur çevresi yıllar geçtikçe artıyor.
Bir yazınızda ülkemizde 1930 yıllarda korku edebiyatına dair bir yoğunlaşmadan söz ediyorsunuz ve sonrasında 2000’li yıllara kadar bu türün sessizliğe gömüldüğünü anlatıyorsunuz. Niçin 1930’lu yıllar?
1700’lü yıllarda Gotik Edebiyatın ortaya çıkması, devrin edebiyatında okurların da yazarların da sıklıkla işlenen konulardan, temalardan uzaklaşıp yeni alternatifler araması şeklinde özetlenebilir. Onunda klişeleştiği noktada 1900’lere doğru adı önce “tuhaf edebiyat”, sonrasında ise “korku” veya “dehşet” denilen bir edebi türe evrilmiş. Türk edebiyatında da Tanzimat döneminden itibaren sıklıkla yazılan, işlenen konulara bir alternatif arayışıyla, okurların gazete tefrikaları ve garip olay tanıklıkları okuma istekleriyle tespit edebildiğimiz bir eğilim var. Twitter’dan Kaan Güler’in eski gazete paylaşımları sayesinde haberdar olduğum bu dönemde; Sheridan Le Fanu’nun “Carmilla” adlı novellası “Kan Emen Hortlak” adıyla Türkçeye çevrilmiş, Halit Fahri Ozansoy “Korku ve Dehşet Edebiyatı” adlı bir yazı yazmış, Faruk Nafiz Çamlıbel gotik temaların ağır bastığı şiirler kaleme almış. Nezihe Muhiddin’in, Suat Derviş’in, Kenan Hulusi Koray’ın korku kurguları yazdığı; 1910’larda “Gulyabani”, “Cadı” ve “Mezarından Kalkan Şehit”te halkın batıl inanışlarını eleştirirken başarılı korkunç tasvirlere imza atan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Ölüler Yaşıyorlar Mı?” adlı ilk ve tek tekinsiz kurgusunu da bu dönemde okuyoruz. Nasıl ki Tanzimat döneminde edebiyata öğretici rol biçildiği için, gotik edebiyata, fantastiğe mesafeli durulduysa okur ve yazar çevreleri tarafından, aynı tavır Cumhuriyet dönemi edebiyatında da tesirli olmuş. Eğlencelik bir tür olarak hatta, edebiyat dışı tür olarak kimi istisnai eserler haricinde uzun yıllar âtıl kalmış. 2000’lerdeki internet devriminin edebiyatımıza en büyük etkisi, bu türde eserler kaleme alan yazarların ilk önce okur kitlesini buralarda; Xasiork, Lost Library, Kan Güncesi gibi sitelerde toplaması olmuştur. Sonrasında kendilerini basılı camiaya da kabul ettiren bu yazarlar sayesinde, günümüzde Türk Korku Edebiyatından söz edebilmekteyiz.
Türkiye’de okur-yazarlığı ya da yayıncılık faaliyetlerini dikkate aldığımızda yayınlarınızı dolaşıma sokmak ve okutmak konusunda zorluklar yaşıyor musunuz? Türkiye’deki okur-yazarlık oranlarına göre zor olsa da siz bunu başarmış görünüyorsunuz.
Kitap yazmak isteyen tanıdığım tanımadığım her yeni kaleme, hatta bu röportajı okuyanlara öncelikli tavsiyem, Koray Sarıdoğan’ın Atölye Kalem Kahve Klavye .com’da kaleme aldığı “O Yayınevleri Kitabınızı Basmayacak, Çünkü…” başlıklı yazıyı okumaları. Türkiye’de maalesef kitap yazmak ve bunu bastırmak epey zorlaştı. Prestijli olsa bile ekonomik bir avantaj teşkil etmemesi bir yana, kâğıt ve dağıtım masrafları sebebiyle yayınevleri satış kaygısıyla sosyal medya görünürlüğü olmayan yazar adaylarını kafadan eliyor. Hasbelkader kabul alabilmiş veya bir şekilde ücretli-ücretsiz yayınlatabilmişseniz bile bu sefer de varlık göstermeniz, zincir mağazalardan dağıtım ağlarına okurla buluşabilmeniz oldukça zorlaşmış durumda. Ben alanımda istisnai olsam da maalesef durum benim için de parlak değil. Tahmini rakamlarla konuşmak gerekirse -ki bunlar kati değildir düzeltmelere açığım-, Türkiye’de, merak edilerek alınmış popüler kitapları, ders kitaplarını vs. hariç tutarsak, kurgu ve kurgu dışı düzenli okur sayısı en iyimser tahminle 40-50 bin kişiyi geçmemektedir. Çeviri ve telif korku, fantastik, bilimkurgu gibi türleri düzenli okuyanların sayısı burada belki tahminen en az yirmi bin diyelim. Yerli korku, fantastik, bilimkurgu okurunu ayırdığımızda ise yine en iyimser tahminle on bin okur vardır diyebiliriz. Bunu da kendi kitabımın satış rakamlarına ve sosyal medyadaki kitap-yayınevi görünürlüklerinden, etkilerinden hareketle söyleyebiliyorum. Okur sayısı düştükçe keşfedilebilme ihtimali de düşüyor ancak beri yandan fark edilme ihtimalini de büsbütün ortadan kaldırmıyor. O yüzden bu alana girmek isteyenlerin, sosyal medya mecraları üzerinde video, podcast formatlarında da üretimi düşünmeleri gerekiyor. Bir hikâye basılma imkânı bulunamasa bile, sosyal medya üzerinden okurunu bulabiliyor. Ben de misalen bir dönem Twitter’dan zincir şeklinde flood denilen seri twitler üzerinden korku ve tarihi hikayeler anlatmıştım.
Korku motiflerine gelmek istiyorum… Son yüzyılda korku kültürümüzde cin motifinin epey yaygın olduğunu görüyoruz; ancak siz kültürümüzde cin dışında korku ögelerinin de var olduğunu gösteriyorsunuz. Son yüzyılda ne oldu da bu değişim yaşandı?
Dünya globalleştikçe, şehir nüfusu artıp köy nüfusu azaldıkça, sözlü kültür de aşınıma uğruyor, kaybolmasa bile bunların etkisinde kalıyor. Özkul Çobanoğlu hocanın, sıklıkla başvurduğum “Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları” adlı çalışmasında konuyla alakalı şöyle bir tespiti var, o daha iyi açıklamaya kâfi gelecektir:
(Alıntıdır) “Muhtemelen geçmişteki işlevleri ve kökenleri itibariyle birbirinden tamamen farklı varlıklar iken günümüzde bir yandan gelenek çevreleri daralıp yerelleşirken diğer yandan da işlevleri daralarak neredeyse hepsi aynı varlığın yerel varyantlarına dönüşmüş gibidirler. Türk sosyo-kültürel yapısı içinde Cumhuriyetin düzenli ve yaygın eğitiminin neticesinde oluşan aydınlanmaya paralel epistemik cemaat değişmelerinin getirdiği yenilenmenin din alanında da, sanıldığının aksine kitaba bağlı dinin veya resmi dinin, halk dininin pek çok unsurunu ortadan kaldırdığı gözlemlenmektedir. Bir başka ifadeyle Cumhuriyet ile birlikte Ortodoks İslam’a ait bilgilerin geniş halk kitleleri arasındaki yayılımı, eğitim ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, din eğitiminin standardizasyonunun yükselmesiyle, “hurafe” olarak nitelendirilen ve başta din görevlilerinin hışmına uğrayan halk dini ve halk inançlarının gelenek çevresinin daraldığı rahatlıkla gözlenebilir. Öte yandan meydana gelen boşluğun Ortodoks İslam’ın onayladığı inançlarla doldurduğu görülmektedir. Nitekim Kur’an’ın onayladığı “cin” ve “cinliler” inancının daha önce pek çok çeşitliliğe ve işlevselliğe sahip olağanüstü varlıkların yerini alarak yayıldığı kanaatindeyiz. …Cin geleneğiyle hiçbir ilişkisi olmayan “al karısı” veya “al basması” adlı varlığın bile çok büyük ölçüde “cin geleneği” içinde asimile edilmekte olduğu görülmektedir. Kısaca toparlayacak olursak, Ortodoks İslam’ın kabul ettiği inançlarla, heterodoks olarak da nitelendirilen halk inançları arasında bir merkezkaç ilişki vardır ve bu ilişkiden cin geleneği, diğer olağanüstü varlıkları ya asimile ederek ya da onların yerini alarak her geçen gün gelenek çevresini genişletmektedir.”
Özellikle korku hikayelerinin anlatıldığı yerler kırsal bölgeler. En azından kahir ekseriyetiyle bu bölgelerde çok yaygın olduğunu görüyoruz. Niçin kent merkezlerinde bu hikayeleri işitmek daha zorken kırsal bölgelerde yaygın?
Türkiye’de bu türlerle alakalı çalışmalara ilk imza atan duayen Giovanni Scognamillo, “Anadolu Korku Yazarları” adlı öykü antolojisinin ilk cildinde yazdığı “Kırsal Alan Dehşetleri” başlıklı sunuş yazısında: “Büyük kent korkuları başka, kırsal alan korkuları bambaşkadır; doğa ile doğanın gücü ile batıl inançlarla iç içedir ve çarpıcılıklarını da onlardan alır, ola ki inandırıcılıklarını da...” demiştir. Şehirlerin de kendince korku unsurları var ama folklor ve mitler söz konusu olduğunda kırsal, yaban, taşra daha çok ağırlık kazanıyor. Bir yerde az ışık ve az insan söz konusu ise mitler doğup yaşayabilecek alan buluyor. Buralarda aynı zamanda yegâne eğlence, boş vakit geçirme unsuru sözlü kültüre dayanıyor. Söylentiler ve hikayelerin daha fazla vakti oluyor bir anlamda.
Bende çocukluğumu Bursa’nın bir köyünde geçirdim. Benzer hikayeleri defalarca dinledim. Diğer yandan Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde de benzer hikayelerin anlatıldığını biliyoruz. Birbirlerini tanımayan bu insanların anlattığı hikayelerde buluşmaları yani benzer hikayeleri anlatmalarını nasıl değerlendirirsiniz?
Edirne’de bir etkinlikte tesadüfen yüz yüze tanışma imkanı bulduğum, “Türklerde Tabiat Üstü Varlıklar Ve Bunlarla İlgili Kabuller, İnanmalar, Uygulamalar” adlı makalenin müellifi Ayşe Duvarcı hoca, sohbetimiz esnasında “Bu motifler sabit bir yerde durmazlar sürekli gezerler” demişti. Aşıklar, meddahlar, ozanlar, gezginler hatta geçici bir süreliğine seyahat edenlerce asırlardan beri inanışlar, kültürler, hikayeler, mitler taşınmış. Günümüzde sosyal medya bu süreci biraz daha hızlandırsa ve sözlü kültürü aşınıma uğratsa da, insanlar hikayeleştirme ihtiyacını her zaman duyacak.
Bir de ülkemizde ortak bir değere dönüşmüş hazine hikayeleri var. Nereye gidersek gidelim bir hazine hikayesi işitmek mümkün. Bulmaya yakın olunan hazine hikayeleri… ancak bir türlü bulunamayıp kuşaktan kuşağa aktarılan bu hikayeler sadece zengin olma ümidinin bir uzantısı olarak yorumlanabilir mi?
Ben defineciliği bir tür “gariban safarisi”ne benzetiyorum. Sebebi de şu; belli sosyal çevrelerden gelen kimseler olarak bilgisayar oyunu veya masaüstü rol yapma oyunu oynayarak, canlandırma ve cosplay gibi faaliyetlere girişerek hikayeleştirme ve fantastik tahayyül ihtiyacımız karşılanabiliyor. Ancak kırsalda, temelde zengin olma dürtüsü yatsa da aslında insanları bir anda jandarmalardan define tuzaklarına, bekçi cinlerden gömü işaretlerine Jumanjivari, İndiana Jones’vari bir maceraya davet eden definecilik, insanların hikaye ve fantezi ihtiyacının bir tezahürü. Kuşaklardır devam edegeldiği için de folklor malzemesiyle epey içli dışlı. Röportajımızı okuyan konunun meraklıları için Hicran Karataş hocanın “Azıcık Suçlu: Defineci Folkloru” adlı çalışmasını önerebilirim.
Diğer yandan hazine hikayeleriyle korku hikayeleri çok bağlantılı gibi.
Defineleri bekleyen cinler, eşkıya tuzakları, ejderha suretli gömü cinleri, hazineli mağarayı koruyan ifritler, başı perilerce tutulduğu için kuyulardan görülse de inilip çıkarılamayan ganimetler… Trakya kahvehanelerindeki definecilerin fantastik dünyasının kalemimdeki etkisini bu şekilde özetlesem kâfi gelecektir zannederim.
Son olarak neler söylemek istersiniz? Bizlere bir korku hikayesi de anlatabilirsiniz ya da Bursa ile ilgili bir hikâye de olabilir.
Benim her etkinlikte anlatmayı sevdiğim, hatta Bursa’ya 2023’teki ziyaretim esnasında da izlerini kısmen sürdüğüm bir söylence var. 1995 yılında Kanal D'de yayınlanan "Sınır Ötesi" programının bir bölümünde anlatılan, Bursa'da geçtiği söylenen "Mezarlıktaki Gelin" anlatısı. Programın yapımcısı Ergun Candan’ın sonraki yıllarda çıkardığı “Yaşanmış Esrarengiz Olaylar” kitabında da yer almıştır.
1994 veya 1995 yılında Bursa’da, gecenin bir vakti iki arkadaş yolda. Biri diğerini arabayla evine bırakacak. Bir mezarlığın ortasından geçen yolu takip ediyor kestirme diye galiba. Yolda tek tük sokak lambasına denk gelmişlerse de ekseriyetle karanlık. Adam arabasıyla hızla ilerlerken mezarlığın duvarı üstünden bir insan siluetinin yola doğru atladığını görür, frene asılır. Yanında oturan arkadaşı dönüp: “O neydi?” der, ikisi de görmüştür, bir şey yola doğru atlamış. Araba duruyor, farları yanık ama inip bakmaya cesaret edemiyorlar. Bir şeye de çarpmadıkları için emin olamıyorlar. Hayvan ezip ezmediklerine bakmak için adam arabayı geriye alıyor, yola farların ışığında bakıyor oturduğu yerden.Hiçbir şey yok görünürde. “Poşet uçtu önümüze herhalde” diyerek yola devam ediyorlar. Mezarlığın çıkışına beş dakika mesafedeler, adam sağa sola bakmadan yola odaklanıp sürüyor arabayı. Yanında oturan arkadaşı elini aniden koluna koyuyor, “Abi sakin ol, panikleme, yavaşça dikiz aynasından arkaya bak” diyor. Adam anlayamıyor yola odaklandığından. Kafasını dikiz aynasına çevirip baktığında arka koltukta oturan bir gelinle göz göze geliyor. Kadının yüzünü seçemese de soluk yüzünü, ifadesizce ileriye doğru baktığını görüyor. Direksiyona doğru eğilip gaza basıyor, korkudan sesi soluğu gitmiş. Mezarlıktan çıkar çıkmaz ilk sokak lambası ışığı altında frenlere asılıyor. Araba durur durmaz arkadaşıyla dışarı atıyor kendini. Işığın altında bakıyorlar arabaya. Biraz önce arkalarında oturup kendilerine bakan gelin yok, kimse yok araçta. Adamlar tekrar korka çekine arabaya binip yola devam ediyor.