Yirminci yüzyıl boyunca globallik kavramının kültürel olduğu kadar üretim ve tüketim ilişkileri bakımından da tekrar tanımlanmasına müspet ve menfi tüm yönleriyle öncülük ederken adeta bir pınar gibi muhtelif müzikal ifade biçimlerinin doğup kendi yollarını bulduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde 1970’ler yol almaya başlamışken yeni bir kazanın kaynama sesleri gelmeye başlar. Öncüllerinde de olduğu gibi ırkçılık probleminin günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldiği, birçok açıdan dezavantajlı, ister istemez suça karışan, sadece doğuştan yoksul değil, değişik gentrifikasyon yöntemleriyle göz göre göre mülksüzleştirilegelen siyahi komünite gettolarının içinde bu ifade kazanının fokurdamaya başlaması tabii ki tesadüf değildir.

Benzer koşulların yüzyıl başında taşra ve kasaba arası ilişkide kendini blues olarak, kasabadan kente uzanan, hatta da bir koldan jazz, başka bir koldan da rhythm’n’blues ve rock’n’roll olarak tekamülünün ardından sanki sıra sanayileşmesini tamamlamış, Vietnam ve petrol krizi sonrası dönemdeki büyükşehre gelmiştir.

Fırtına gibi geçen 1960’lar boyunca siyahiler başta olmak üzere ırk çerçevesindeki sorunlarda elle tutulur kazanımlar edinilse de istenenden halen daha çok uzak olunan 70’ler Amerika’sında gitgide daha tekinsiz hale gelmiş New York’un yoksul Bronx bölgesinde yeni bir arayışın ilk filizlenmeleri yaşanır.

Kendisinin karşısında yer alan hemen her kültürel öğeyi bir değirmen gibi öğüterek “ana akım”a katan Amerikan müzik endüstrisinin sunduğu siyahi bazlı müzik üretimlerinin (Gil Scott Heron gibi istisnalar dışında) tamamen eğlence tüketimine yoğunlaşarak dipten gelen rahatsızlık dalgasını temsil etmekten uzak kaldığı bir döneme gelinmiştir.

Söz’den önce saz

Müzikalite olarak şahane ürünler vardır piyasada… Lakin anlam ve sokağın sosyal duygu dünyasına dair bir şeyler eksiktir.

Doğasında her köşeye sıkıştırıldığında veya etkisiz hale getirilmek istendiğinde yeni bir ifade biçimi bulmak olan bu kitle yavaş yavaş hareketlenmeye başlar. İşin ilginci bu ivmeler “söz”den önce “saz”da kendini belli eder. Daha önce sadece müziğin taşıyıcısı olarak görülen pikaplar bir ritim enstrümanı olarak kullanılmaya başlanır. Siyahi Amerikalı konuşma diyalektinin her zaman bir parçası olan kendine özgü ritmik dışavurum gitgide daha vurgulu hale gelir. Bilgisayar ve MIDI’nin hâlâ ortada olmadığı analog 1970’lerde getto müzisyeni kendini pahalı enstrümanlar olmadan, sadece piyasadaki plaklar, pikaplar ve kendi sesiyle ifade etmeye başlamıştır.

Bunların başında Kool Herc namıyla maruf bir DJ gelir ve var olan soul ve funk plaklarındaki enstrümantal bölümleri birleştirerek daha önce hiç yapılmamış “sample”lar yaratır. Böylece New York çevresinde adına hip hop denen yeni bir tarz ilk başta siyahi çevrede, kısa sürede tüm yeraltı/alternatif kültür çevrelerinde ses getirmeye başlar ve her alternatif akımın ilk günlerinde olduğu gibi olağanüstü derecede heyecan vericidir.

Çok organik, tamamen canlı ve dinleyiciyle yüzde yüze yakın bir irtibatın olduğu, örtüsüz, bariyersiz yeni bir dans müziği kültürü olarak başlarken kısa sürede mikrofonlardan rastgele yapılan çağrılar anlamlı sözlere dönüşür. 4-5 saate uzayan performanslar olağanlaşır. Politik içerikli sözler gitgide dominant hale gelir ama eğlence ve parti kültürü tarafı da asla yabana atılmaz.

Türkiye’de hip hop ve rap

1980 yılına gelindiğinde hip hop, DJ (disc jockey), MC (master of ceremonies) ve rap kavramları artık birbirinden ayrılmaz haline gelmiştir. Halen daha “yeraltında”dır, ama artık “var”dır; raconu ve kodu belirmiştir. Bu kod kısa süre içinde küresel bir izleğin yapıtaşı olarak kıyafetinden beden diline, müzikal yaratım şablonlarından tüm hayat tarzına kadar yörüngesine kendini kaptırmış gezegendeki tüm gençlerin hareket noktasıdır artık.

Rap’in bu ilk yılları esnasında Türkiye’de hip hop ve rap 1980’lerin sonlarına dek kitlesel olarak hemen hiç ilgi çekmez. Bu kültürün önemli yan ürünlerinden olan “break dance” şaşırtıcı biçimde ana komponentini aşarak belki de Türkiye’ye 80’lerde somut anlamda varan ilk nüvesi olur ama ana kaynağına göre tabii ki eksik kalır. Yurtdışını iyi takip eden çok kısıtlı bir kitle müzikal olarak olan bitenin, rap’in yükselişinin, sosyo-politik öneminin farkındadır belki ama Unkapanı’na, yani kitlesel müzik üretim ve tüketim merkezimize yansıyan bir durum yoktur.

Bu tabii bir anlamda doğaldır çünkü çok söz yoğunluklu olan ve çıkış yerinin problem, ihtiyaç ve arzularından kesif bir Amerikan İngilizcesiyle bahseden bir müzik tarzıyla 80’lerin darbe yönetimi ve sonrası gençliğinin içerik temelinde ilişkilenmesi pek mümkün değildir. Örtüşeceği “içerik”in hiç beklenmedik bir yerden gelmesine daha on yıl kadar vardır.

Mc Hammer – Vanilla Ice vd.

O yıllarda ülkemizde rap/hip-hop içerikli çok az sayıda albüm yasal olarak basılırken ABD’de rap gelişim sürecine Run DMC veya Beastie Boys gibi gruplarla rock ve punk öğelerini de katar, Public Enemy gibi örneklerle gitgide daha çok sertleşir. Türkiye’de çok kısıtlı bir çevre ancak özel kayıt kasetlerden bunları takip eder.

1980 darbesi sonrası ülkenin girdiği yılgın psikoloji ve bunun yansımasını arabesk-taverna tarzlarında bulması, Turgut Özal’ın tüketimci politikalarına toplumun verdiği olumlu yanıtla 70’lerden bakiye kalan sol kültürün kaçınılmaz bir erozyona uğraması, Batılı tarzda Türkçe pop müziği sırtlanan ve çoğu zaten 60’lardan beri piyasada olan müzisyenlerin gitgide daha yorgun ve yeni oluşagelen sınıfsal yarıkları göz ardı eden heyecansız ürünler vermeleri sonucunda 1980’lerin sonunda Türkiye’de genç insanlar için pop müzik tatsız bir dönemindedir.

Derken 90’ların başlarıyla beraber ABD ve Batıda art arda büyük rap hitleri patlamaya başlar ve bunlar nihayet Türkiye’de de akislerini bulur. Özellikle 1991 ve sonrasında MC Hammer’dan “You Can’t Touch This” ve Vanilla Ice’dan “Ice Ice Baby” Dünya çapında büyük hitler haline gelirken Türkiye’de de çok genç bir kuşağın kendine özgü yeni bir pop müzik anlayışını oluşturmaya başladığı bir döneme girilir.

Eskilerden gelen Sezen Aksu öncü bir tavırla bu yeni pop tarzına geçerken hemen ardından Aşkın Nur Yengi gibi genç isimlerle hiç beklenmedik şekilde yeni pop akımı çağlamaya başlar. İlk özel televizyon kanalları açılır ve ardından hemen ilk özel radyolar devreye girer. Bunlara yabancı kanallar ve kablolu yayın da eklenir. Tamamen analog olan telefon ve diğer birçok telekomünikasyon kanalları yenilenir. Müzik piyasasına çıkan hem yerli hem yabancı albüm sayısı artar. 80’ler boyunca çok kısıtlı ve adeta sürüncemeye bırakılmış pahalı bir yeni format olan compact disc büyük ilgi görmeye başlar. Özal’ın 1983’ten beri üstünde çalıştığı Batı globalleşmesine Türkiye’yi katma projesinin sosyo kültürel hayattaki yansımaları 90’ların başıyla beraber meyvesini vermeye başlamıştır.

Bu, yüzeyde umut verici görünen yeni dönem ciddi ekonomik çalkantıların, eğitim ve fırsat eşitliği yarıklarının derinleşmeye başladığı ve Kürt sorununun kangrenleşme sürecinin de dipten derinden ilerlediği bir dönemdir. Yine de ülkede eğlence kültürü dinamik şekilde bunlara aldırmaksızın büyür ve kullanabileceği bütün öğeleri değerlendirmeye bakar. Bu aşamada yabancı kaynaklı rap artık ilgi çeken ve “satan” bir öğe haline gelmiştir.

Raptiye Rap Rap

Kendine saygısı olan hiçbir rapper veya MC’nin (son derece haklı olarak) “ilk Türkçe rap” safhasına sokmayı kabul etmeyeceği, son derece yüzeysel ve rap ethosundan kopuk olsa da şekil olarak ilk rap içeren ürünler Grup Vitamin, Yonca Evcimik ve hatta Barış Manço (“Ayı”) vb isimler tarafından verilir. Cem Karaca’nın “Raptiye Rap Rap”ı da teşbihinde rap’e gönderme yapar. Tabii ki bu türün bahsettiğimiz kodlarının uzağındadırlar. Sadece o günün yabancı bir müzik modasını taklit eden, vasatın hoşuna gitmesi için tasarlanmış çocuksu bir mizahla bezenmiş sabun köpüğü ürünlerdir. “Ayı” parçası örneğinde olduğu gibi örtülü bir sosyal eleştiri yapanları olsa da ürkek ve otoritenin onayı dahilindedirler. Yine de, müzikolojik olarak, bu dönem pop-rap ürünlerinin bir “milat öncesi” öğeler olarak unutulmaması gerektiği kanaatindeyim.

1990’ların başında Türkiye’de dinleyici kitlesi gitgide büyüse de ülkenin içinden çıkan gerçek bir rap oluşumu yokken Türkçe ilk meyve 2000 kilometre ötede olgunlaşagelmektedir. Nürnberg çıkışlı ve değişik ülke kökenli üyelerden oluşan King Size Terror grubunun 1980’lerin sonunda kaydettiği ama 1991’de piyasaya çıkarabildiği “The World Is Subversion” albümünde bulunan ve hem Almanca hem de Türkçe sözlerin olduğu, Alper Ağa’nın seslendirdiği “Bir Yabancının Hayatı”, konunun uzmanları tarafından ilk Türkçe rap olarak kabul ediliyor. Ama tabii bu parçanın varlığından uzun yıllar boyunca Türkiye’de çok kişinin haberi olmaz.

Türkiye’de akan hayat içinde “gurbetçiler” algısı oradakilerin bizzat yaşadıklarından çok farklıdır. Hem Alman bürokrasi ve polisinin yer yer ceberrut tavrı, hem de yerel sivil zenofobik unsurların baskısı altındaki Türklerin yaşadıkları nadiren “ana vatan” gündemine düşer. Ancak 1993 Mayıs’ında Solingen’de gerçekleşen korkunç ırkçı cinayetler çok büyük infiale sebep olur. Sadece milliyetçi duyguları körüklemekle kalmaz, Almanya’daki Türk ve müslüman kitle için de bir ‘bardağı taşıran damla’ görevi görür.

Sinema salonlarının parlaklığı kısması tekrar gündem oldu Sinema salonlarının parlaklığı kısması tekrar gündem oldu

Cartel ve Islamic Force

Almanya’ya vasıfsız işçi olarak giden ilk ve ikinci kuşakların orada çift kimlikli olarak büyüyen çocuklarından kurulu Cartel ve Islamic Force grupları bu koşullarda oluşur. Daha önce bahsettiğimiz Bronx gettolarında oluşan “kod”un tüm öğelerinin Türkçe konuşan kültürden gelenler için olgunlaştığı topraklar kaderin bir cilvesi sonucu Almanya olmuştur. Yıllardır biriken yabancı düşmanlığına, yabancılaşmaya, getto içi ve dışı yolsuzluğa ve dayatılan neo-Nazi anlayışına bir volkan misali patlayarak yanıt verirler. Cartel’den kısa süre önce başlayan (ama ilk resmi albümünü Cartel’den sonra yayınlayabilen) Islamic Force da Almanya’da Türk ve müslüman azınlık üyesi olmanın hem yabancı olarak hem de komünite içi sıkıntılarını anlatır. Sokak, artık sese gelmiştir!

Almanya’da kendi çevrelerinde bu uğraş içindeyken Türkiye’deki kitleyi hiç düşünmeden yaptıkları albüm Cartel’i Türkiye’de bir gecede yıldıza çevirir. Grup da bu ani ilgiye şaşırır. Kısacası doğru zamanda, doğru yerde, doğru işin denk gelmesi mucizelerinden biridir.

Cartel öncesindeki Türk pop örneklerinde istismar derecesinde kötü şekilde işlenen bu müzik formu aslında kendi ilk doğduğu koşullarda organik bir kültürel ifade tarzıyken sadece kulağa hoş geliyor olduğu için Türkiye’de şuursuzca taklit edilmesinin getirdiği sakil ve özenti görüntüyü Almanya’dan gelen dalga gerçek bir dertle, samimi bir öfke ve enerjiyle kapatır. Bu noktadan sonra da Türkiye’de artık rap ve hip hop’un yolu sonuna kadar açılır.

Sagopa Kajmer, Dr. Fuchs ve Ceza

Cartel’in muazzam başarısı artık bir sıçrama tahtasının varlığını müjdeler. Bunu ilk değerlendirenlerden biri de Tunç “Turbo” Dindaş’tır ve Kod Müzik etiketiyle 1997’de yayınlanan Yeraltı Operasyonu adlı başarılı bir derleme albüme ön ayak olur. Artık sadece Almanya değil Türkiye’den de kendi sözünü yazıp icra eden (yani MC olan), rhyme (uyak) ve flow (sözel akış) konularında hızla ustalaşan, Istanbul başta olmak üzere ülkedeki hayatı, sosyo ekonomik sıkıntıları, ilişkilerle ilgili dertleri, suç dünyasını ve daha nicesini konu eden eserler veren birçok isim piyasaya ilk adımını atar. Bunların arasındaki Nefret grubu Ceza’yı Türk ve Dünya müzik sahnesine kazandırır. Bu ilk dönemin önemli ve üretken isimleri arasında Dr. Fuchs, Fuat, Sagopa Kajmer ve niceleri bulunur. Ceza’nın kız kardeşi Ayben ve Sultana gibi isimlerle kadın rapçiler de yerlerini alırlar.

2000’lerden 2025’e yaklaşıyor olduğumuz şu günlere dek gelen 25 yılda değişen kuşaklarla beraber rap ve hip hop yer yer popülaritesinin düştüğünü, yer yer de son derece arttığını görür. Kendini ifade konusunda ciddi sıkıntıları olan ve pasif agresif eğilimleri yoğun bir toplumun bu denli ayrıntılı ifade yoğunluklu bir tarza gösterdiği büyük ilgi ve teveccüh başka araştırmaların ve yazıların konusu.

Bu büyüme sonucu kaçınılmaz olarak çeşitli sıkıntılar da baş gösterir. Özellikle reklam sektörüyle işbirliği yapan bazı isimler tartışma konusu olur. Yurtdışında 2010’larla beraber R&B etkisinin artması Türkiye’yi de etkiler ve rap içine sızar. Buna bir yandan da daha doğulu bir etki eklenir ve Arabesk-Rap doğar. Tüm bunlar esnasında sokağın dolanbaçsız sesi olmaya ve ham enerjiden beslenerek kendi sosyal ve siyasi görüşlerine sahip çıkmaya ısrar eden Ezhel ve Gazapizm gibi isimler büyük başarı kazanır. Aynı anda da birçok ünlü rapçi isim aynı Amerika’daki örneklerde olduğu gibi birbirleriyle sonu gelmez polemiklere girer.

Yine son çeyrek yüzyılda müzik kayıt ve paylaşım teknolojilerinin gitgide ucuzlaması ve görece demokratikleşmesi sonucu hiç beklenmedik yıldızlar belirirken önümüzde tüm müzik tarzlarını bekleyen soru Türkiye’de rap için de geçerliliğini korumaktadır: Yapay zekâ ile olan sınavını üretim özelinde nasıl verecektir? Yanıtı sokağın ve insanın sesi olmasından milim taviz vermemekten başka çaresi olmadığı olsa gerek.

Kaynak: Fikir Turu - Gökhan Kaya